YÜKSEK ÖĞRETİM SİSTEMİNİN MR’INI ÇEKTİLER
Eğitim-Bir-Sen Denizli 2. Nolu Şube Başkanı Yrd. Doç Dr. Selim Parlaz, Eğitim-Bir-Sen Genel Merkezi Stratejik Araştırmalar Merkezi (EBSAM) tarafından hazırlanan Yükseköğretime Bakış 2017: İzleme ve Değerlendirme Raporu hakkında bilgi verdi.
Eğitim-Bir-Sen Denizli 2. Nolu Şube Başkanı Yrd. Doç Dr. Parlaz, ilk on ekonomiden biri olmaya çalışan Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşabilmesi ve dünyayla rahat bir şekilde rekabet edebilmesi için, akademik özgürlüğü ve üniversite özerkliğini destekleyen, paydaşlara karar mekanizmalarında yer veren, daha ademi merkeziyetçi bir yükseköğretim sisteminin kurulmasına ihtiyaç olduğunu söyledi.
Türkiye’de yükseköğretime son yıllarda büyük yatırım yapıldığını, bu sayede 2006-2008 yılları arasında üniversitesiz il kalmadığını, söz konusu yatırımlar sonucunda yükseköğretim sisteminin alabildiğine büyüdüğünü ifade eden Parlaz, “2016-2017 öğretim yılında Türkiye’deki toplam yükseköğretim öğrenci sayısı 7 milyonu aşmıştır. Böylece Türkiye, Avrupa’nın en büyük yükseköğretim sistemi olmuştur. Yükseköğretim sisteminin bu derece büyümesi sonrasında, yükseköğretime ilişkin göstergelerin hem yıllara göre hem de diğer ülkelere göre karşılaştırmalı bir şekilde izlenmesinin önemi artmaktadır. Söz konusu türden izleme çalışmaları, karar alıcılar, araştırmacılar, basın mensupları ve genel okuyucular için oldukça önemli bir işlev görecektir. Eğitim-Bir-Sen olarak, Türkiye’nin en büyük eğitim sendikası ve sivil toplum örgütü olmanın bilinciyle, eğitim sistemine ilişkin olarak izleme ve değerlendirme çalışmalarının sorumluluğunu üstlendik. 2016 yılında yayınladığımız, Eğitime Bakış 2016: İzleme ve Değerlendirme Raporu ile millî eğitim sisteminin kapsamlı bir analizini yapmıştı. Yine sendikal sorumluluğumuz gereği, Türkiye’de bir ilk olarak, yükseköğretim sistemi için bir izleme ve değerlendirme çalışmasının yapılmasını kararlaştırdık. Hazırladığımız Yükseköğretime Bakış 2017: İzleme ve Değerlendirme Raporu sayesinde, Türkiye yükseköğretim sisteminin tam bir emarı çekilmiştir. Rapor, yükseköğretimin mevcut durumunu, tarihsel eğilimleri ve uluslararası kıyaslamaları dikkate alarak ve veriye dayalı olarak ortaya koymuştur. Ezbere değil, veriye dayalı analiz ilkesi gözetilerek hazırlanan bu rapor sayesinde, daha etkin, verimli ve kaliteli bir yükseköğretim sisteminin tesis edilmesine yardımcı olacak temel analizleri her yıl yapmayı amaçlıyoruz. Dahası, bu analizler temelinde yükseköğretim çalışanlarının mevcut durumlarını ortaya koymayı amaçlamaktayız” dedi.
YÜKSEKÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİNİN YAKLAŞIK YARISI AÇIK ÖĞRETİM PROGRAMLARINA KAYITLI
UNESCO ve OECD gibi uluslararası kuruluşların standartları esas alınarak hazırlanan raporun, yükseköğretime geçiş, yükseköğretime erişim ve katılım, eğitimin çıktıları, eğitim ortamları, öğretim elemanları, yükseköğretimin finansmanı, akademik insan kaynağı ve üniversitelerin performansı ile ilgili göstergeleri içeren oldukça kapsamlı yedi bölümden oluştuğunu belirten Parlaz, sözlerini şöyle sürdürdü: “1983 yılında 335 binler civarında olan toplam yükseköğretim öğrenci sayısı 2016’ya gelindiğinde 7 milyonu aşmıştır. Böylece Türkiye, Avrupa’nın en büyük yükseköğretim sistemine sahip hale gelmiştir. Ancak, Türkiye yükseköğretim öğrencilerinin yaklaşık yarısı açık öğretim programlarına kayıtlıdır. Yeni üniversiteler açılmasına rağmen, açık öğretim sistemi küçülmemiş, daha da büyümüştür. Bu durum, yükseköğretim sisteminin imajı ve saygınlığı üzerinde olumsuz bir etkiye neden olmaktadır. Açık öğretimin Türkiye yükseköğretim sistemi içerisindeki payı küçültülmeli, yüz yüze öğretim imkânları ise daha da artırılmalıdır. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılmasıyla liseden mezun olanların sayısı her geçen yıl artmaktadır. Dahası, halen üniversite giriş sınavına başvuranların çoğunluğu bir yükseköğretim programına yerleştirilememektedir. Bu durum, Türkiye’deki yükseköğretime geçiş sistemi üzerindeki artan talep baskısının önümüzdeki yıllarda da devam edeceğini göstermektedir.”
YÜKSEKÖĞRETİM MEZUNİYET ORANI OECD ÜLKELERİ ORTALAMASININ OLDUKÇA GERİSİNDEDİR
Türkiye’deki yükseköğretim mezun sayısında son yıllarda önemli bir artış gerçekleştiğini, 1996-2015 yılları arasında yükseköğretim mezun sayısı yıllık 175 binden 803 bine çıktığını kaydeden Selim Parlaz, “Buna rağmen, halen Türkiye’nin 25-64 yaş aralığındaki yükseköğretim mezuniyet oranı (%18), OECD ülkeleri ortalamasının (%36) oldukça gerisindedir. Ayrıca, Türkiye’de yüksek lisans ve doktora mezunu olma oranı ve sayısı, OECD ülkelerine kıyasla oldukça düşüktür. 1981’de 19 olan yükseköğretim kurum sayısı zaman içinde hızla artmış ve 2016 yılında 183 olmuştur. Bu artışa rağmen, dünyada nüfus olarak Türkiye ölçeğindeki ülkelerin üniversite sayılarına bakıldığında, Türkiye’deki üniversite sayısının oldukça az olduğu görülmektedir. 1 milyon kişi başına düşen üniversite sayısı Türkiye’de 2,1 iken, bu rakam ABD, Rusya, Danimarka, Malezya, Polonya, İsviçre ve Norveç’te 10’un üzerindedir. Gerek Türkiye’de yükseköğretime artan talep gerekse diğer ülkelerdeki üniversite sayıları dikkate alındığında, Türkiye’deki üniversite sayısının artırılması ve yeni üniversitelerin açılmasının gerekli olduğu görülmektedir” şeklinde konuştu.
ÖĞRETİM ÜYESİ BAŞINA DÜŞEN ÖĞRENCİ SAYISI FAZLA
Parlaz, Türkiye’de öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının OECD ülkeleri ortalamasının üzerinde olduğunu dile getirerek, “Öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısının fazlalığı, öğretim elemanının öğrencilere ve derslere daha fazla, araştırmaya ise daha az zaman ayırmasına neden olmaktadır. Ayrıca, üniversite bazlı olarak öğretim üyesi ve öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısına bakıldığında Türkiye’de aşırı bir farklılaşmanın olduğu görülmektedir. Yüksek lisans ve doktora yapan kişileri teşvik etmek için çeşitli araştırma programları, burslar gibi destek ve teşvik programları çeşitlendirilmeli ve daha da geliştirilmelidir. Türkiye’nin öğretim üyesi ihtiyacı dikkate alınarak yıllık doktora mezun sayısı 5-6 binlerden, 2023 yılına kadar en az 15 bin seviyesine çıkarılmalıdır. Yükseköğretimdeki bu büyüme ile 1983-2016 yılları arasında kadınların yükseköğretime katılımında önemli bir artış gerçekleştiği, erkek ve kadınlar arasındaki okullaşma farkının tamamen kapandığı ve hatta kadınların okullaşma oranlarının erkeklerin oranını geçtiği görülmektedir. Benzer şekilde, mezunların cinsiyet oranlarının zaman içinde nasıl bir değişim geçirdiğine bakıldığında, 1996-2015 arasında kadınların lehine oldukça önemli bir değişimin yaşandığı görülmektedir. 1996 yılında lisans düzeyinde 100 erkeğe 73 kadın mezun olurken, bu oran 2015 yılında 100 erkeğe 118 kadın olarak değişmiştir. Burada bir hususu özellikle vurgulamak istiyorum. Malumunuz her ilde en az bir üniversite açılması politikası çeşitli eleştirilere konu olmuştur. Bu eleştirilerin bir kısmının haklı kaygılara dayandığı da söylenebilir. Ancak, kadın okullaşma oranlarında ve kadın mezun sayısında yaşanan muazzam iyileşme, yükseköğretimin bütün illerde yaygın bir şekilde sunulmasının olumlu sonuçlarındandır. Açıkçası, az gelişmiş illerde üniversiteler açılmamış olsa, bugün kadınların okullaşma oranlarında yaşanan bu değişimlerden bahsedemeyecektik. Ayrıca, yükseköğretim mezunu kadınların daha çok istihdam edildiği ve daha yüksek ücret aldıkları dikkate alındığında, kadınların daha çok yükseköğretim almaları için teşvik edici çalışmalar yapılmalıdır” ifadelerini kullandı.
KALİTENİN DÜŞÜRÜLMEMESİ İÇİN ÖĞRENCİ BAŞINA YAPILAN HARCAMA ARTIRILMALIDIR
Türkiye’de yükseköğretime hem merkezi bütçeden hem de GSYH’den ayrılan payın artış eğiliminde olduğunu söyleyen Parlaz, şöyle devam etti: “Dahası, Türkiye’nin yükseköğretime merkezi kamu bütçesinden ve GSYH’den ayrılan payları OECD ülkeleri ortalamalarının üzerindedir. Öğrenci başına yapılan harcamada ise Türkiye’de OECD ülkeleri ortalamasından düşük bir harcama miktarının olduğu görülmektedir. Türkiye’nin bu bağlamdaki politika tercihinin yükseköğretime erişimi artırma yönünde olduğu ve bunun bir süre daha devam edeceği söylenebilir. Bundan sonraki en önemli zorluk ise, yükseköğretime erişimi artırırken eğitim kalitesinin düşürülmemesi için öğrenci başına yapılan harcamaların artırılmasıdır. Türkiye’nin yükseköğretim sistemini genişletme eğilimi ve gereği dikkate alındığında yükseköğretime ayrılan kamu kaynaklarının artırılması gereklidir. Üniversiteler; AR-GE, gelir getirici veya toplumsal destek projeleri, danışmanlık, uzaktan eğitim ve yaşam boyu öğrenme gibi alandaki faaliyetlerini artırmalıdır. Gerek dünya üniversite sıralamalarına gerekse bölgesel üniversite sıralamalarına bakıldığında, sıralamanın başını çeken üniversitelerin, Türkiye’deki üniversitelere kıyasla, uluslararası araştırmacı ve öğrenci oranlarının çok yüksek olduğu, öte yandan öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayılarının da çok düşük olduğu görülmektedir. Türkiye’deki üniversitelerin gerek kalitesini artırmak gerekse dünyadaki üniversite sıralamalarında daha görünür kılınmaları için, üniversiteleri kaliteli uluslararası araştırmacı ve öğrenciler için cazip kılmaya yönelik özel tedbirler alınmalıdır.”
“ATAMA BEKLEYEN ÖĞRETMEN SORUNU ÖNÜMÜZDEKİ YILLARDA DAHA DA BÜYÜYECEK”
Türkiye’de sayıları 400 bini aşkın öğretmen adayının atama beklediğine dikkat çeken Parlaz, “Hâl böyleyken, pedagojik formasyonun son iki yıldır hiçbir kontenjan kısıtlaması gözetilmeden hemen herkese verilmesi, ciddi sorunlara gebedir. Aritmetik hesap ortadadır. 2016 yılında KPSS eğitim bilimleri testine girmiş ve atama bekleyen yaklaşık 400 bin öğretmen adayı, mevcut eğitim fakültelerinde yaklaşık 300 bin öğrenci ve pedagojik formasyon programlarına başvurabilecek kaynak fakültelerde en az 700 bin öğrenci sayısı dikkate alındığında, yakın gelecekte KPSS eğitim bilimleri sınavına başvuracak öğretmen aday sayısının 1 milyona ulaşması muhtemeldir. Millî Eğitim Bakanlığı 90 bin civarında öğretmen açığı olduğunu açıklamıştır. Bu ise yakın gelecekte büyük sayılarda öğretmen atama döneminin sona ereceğini göstermektedir. Bütün bu hesabın sonunda vardığımız sonuç şudur: Kamuoyunda ‘atanamayan öğretmen’ sorunu olarak bilinen konu, önümüzdeki yıllarda daha da önemli bir mesele olarak MEB’in ve hükûmetin önüne gelecektir. Bütün bu veriler, yükseköğretim sisteminin kapsamlı bir şekilde izlenmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymaktadır. Buna ilaveten, yükseköğretim sisteminin geçirdiği bu hızlı dönüşümler, yükseköğretim sisteminde kapsamlı bir reform ihtiyacının hâlâ güncelliğini koruduğunu göstermektedir” diye konuştu.
“YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI HALKA KARŞI HESAP VEREBİLİR KILINMALIDIR”
Parlaz, Yükseköğretim Kurulu’nun, yükseköğretim kurumlarının mikro iş ve işlemlerine müdahale eden bir kurum olarak devam etmemesi gerektiğini vurgulayarak, “Eğitim-Bir-Sen olarak, daha önce defalarca ifade ettiğimiz üzere, yükseköğretimde stratejik planlamadan, kalite güvencesi mekanizmaları oluşturulmasından ve üniversitelerarası eş güdümden sorumlu bir koordinasyon kurulu bulunmalıdır. Ancak esas mesele yükseköğretim kurumlarının halka karşı hesap verebilir kılınmasıdır. Bununla beraber, halen aşırı derecede merkezde toplanan yetkiler her düzeyde dengeli bir şekilde dağıtılmalıdır” dedi.
TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’na sunulan ve 2547 sayılı Kanun’a eklenmesi tasarlanan ek maddelerle yükseköğretim alanında “Yükseköğretim Kalite Kurulu”, “Yükseköğretim Eğitim Programları Danışma Kurulu” ve “Meslek Yüksekokulları Koordinasyon Kurulu” adı altında üç yeni kurulun oluşturulmasının öngörüldüğünü ifade eden Parlaz, sözlerini şöyle tamamladı: “Söz konusu kurullar için öngörülen üye yapısı/dağılımı incelendiğinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne, öğrenci temsilcisine yer verildiği görülmektedir. Yükseköğretim alanında örgütlü bulunan ve yükseköğretimin asli bir paydaşı olduğuna şüphe bulunmayan eğitim, öğretim ve bilim hizmet kolunda yetkili sendikaya yer verilmemesi kabul edilemez. İlk on ekonomiden biri olmaya çalışan Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşabilmesi ve dünyayla rahat bir şekilde rekabet edebilmesi için, akademik özgürlüğü ve üniversite özerkliğini destekleyen, paydaşlara karar mekanizmalarında yer veren, daha ademimerkeziyetçi bir yükseköğretim sisteminin kurulmasına ihtiyaç vardır. Bu rapor vesilesi ile yükseköğretimde karar alma süreçlerinin daha katılımcı, toplumsal talepleri dikkate alan ve veri temelli olarak gerçekleşeceğini umuyor, raporun yükseköğretim camiası ve tüm Türkiye için faydalı olacağına inanıyorum.” MESUT GÜLER