“ADIMI DENİZ KOYDULAR”

 

Tüm hırpalanmış anneli öksüzler, babalı yetimler için…

Gerçek bir hikayeden kurgulaştırılmış bir kader ve keder romanı.

 

            Daha önce yayımladığı iş dünyasına yönelik kitapları ile bilinen gazeteci Demet Cengiz, bu sefer sarsıcı ve sert bir roman ile karşımıza çıkıyor.

Maraş Katliamı, 1980 Darbesi, AKP'nin iktidara gelişi, Ergenekon operasyonları, Gezi Direnişi gibi Türkiye’de ve dünyada yaşanan önemli siyasi ve ekonomik gelişmeler eşlik ediyor kahramanların hikayesine. Türkan Saylan, Fazıl Say, Bedri Baykam, İlker Başbuğ, Dicle Koğacıoğlu, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan… gibi önemli isimlere de atıf yapılıyor.

Müthiş gözlem yeteneği ile okuyucuyu şaşırtıyor yazar. Mesela ben kitabı okurken 1970’lerin Seyrantepesi’ni nasıl bu kadar detaylı aktarabildiğine şaşırmıştım. “Ben 1990’larda üniversitede öğrenciyken oraya gitmişim. Oradaki gözlemlerimden yararlandım çok.” şeklinde açıklıyor yazar bu başarısını. Öyküye İstanbul'dan daha iyi bir dekor bulamayacağının farkında olan Demet Cengiz, kahramanının hikâyesini İstanbul'a, iyi bildiği sulara taşıyor.

Kendisi de bir “kardelen” olan Deniz Yıldız vasıtasıyla her alanda fırsat eşitliği sağlamak için mücadele eden sivil toplum kuruluşlarının, bir insanın hayatını nasıl değiştirebildiğini de gösteriyor.

Çocuk istismarı, taciz, şiddet, tecavüz, ensest, ihmal, kadına karşı şiddet, ayrımcılık, ırkçılık, çarpık kentleşme, betonlaşma, sosyal adaletsizlik, sınıf ayrımı… Türkiye'nin yüzleşmek istemediği her konuyu bir bir çarpıyor okuyucunun suratına.

Sert ifadelerinin yanı sıra bazen de esprili bir dil kullanıyor. (İki odada üst üste yığılmış süngerler, yorganlar ve yastıklardan oluşmuş öbekler mobilyadan sayılmazdı herhalde.) Gerçekçi, canlı tasvirler ile okuyucuyu yakalıyor. (Alüminyum tencereler, kap kaçak, bulaşık leğenleri; peynir ve yağ bidonlarıyla birlikte tezgâhın altında dururlar. Diğer evlerdeki gibi tezgâhın altını kapatan bir örtümüz yoktu.) Sıklıkla öğretmen rolünde, okuyucuya uzun ansiklopedik bilgiler veriyor yazar. (Romalılar yeni yıla Mart ayı ile başlar ve aralık ayı ile bitirirlerdi…) Çoğunlukla ilgi ile okuduğum bu bölümler muhtemel bazı okuyucuları sıkacaktır. Bazı benzetmeler ise beni benden aldı. (İçinde soğuk ve uğursuz bir iklim vardı o ihtiyar kadının, sanki yaşam yüzünde kurumuştu.)

Roman İsrâ Suresi ile açılıyor. Hemen peşinden okumaya başladığınız ilk bölümün ilk cümleleri ise gerçekten çarpıcı:

“Burada bir yol mahalleleri de kaderleri de böler. Burası Seyrantepe. Burada Tanrı yoktur, her işimizi kendimiz görürüz.”

Biri Asya’da diğeri Avrupa’da geçen iki aile içi sevgisizlik öyküsü aslında kitap. Deniz Yıldız ve James Rowe. Her ikisi için de sevgisizlik aile mirası ve ikilinin dikenler içindeki yolu bir şekilde kesişiyor. Her olayda fazlası olamaz, tamam derken, daha fecisi ile karşılaşıyor okuyucu.

Yazar eserde James ile ilgili bölümleri anlatırken sen dili kullanıyor ve bu bölümlerin numaralandırılması sanki bir mahkûmun duvara attığı çentikler şeklinde yansıtılmış. Okuyucu bu hoşluğun sebebini daha sonra anlıyor.

Seyahat eden zeytin ağacı ve fal bakan çingene kadın motifleri Büyülü Gerçeklik örneği… severim.

Özetle romandan alttaki sonucu çıkardım kendim adıma.

“Bazı yaralar kapanmaz. Özellikle de savunmasız birer çocuk olduğumuzda en sevdiklerimizden, bizi en çok sevmesi gerekenlerden aldığımız yaralar… her ayağımız tökezlediğinde o yaralı çocuk hallerimize döneriz sık sık. Mesele, yolu, her şeye rağmen yürüyebilmek. Yaralı yaralı, kanaya kanaya yürümek…” “Asıl cesaret ölüme koşmakta değil, yaşamı onurlandırmaktadır.”

Adımı Deniz Koydular bir üçlemenin ilki. Sonrasında İçimde Yanan Nehir geliyor… Üçüncü kitabı da sabırsızlıkla bekliyoruz. Levent Kırca konusunda yazar ile anlaşamasak da romanı beğendim ve puanım 7,5.

 

                                    Akılda Kalanlar

Annen, baban seni sevmeyince ya da en azından sen öyle sandığında asla kendini sevilmeye değer görmüyorsun. (Peki geçmişimiz geleceğimizi her koşulda şekillendirmek zorunda mı? Bu döngü kırılamaz mı?

Sevgi her biri ayrı ayrı büyüklüğü ve biçime sahip taşları bir arada tutan harçtır. Eğer harç yoksa aynı ocaktan çıkmış olsa da taşlar bir arada durmazlar. Üst üste, yan yana dizilip anlamlı bir duvar olamazlar; yıkılırlar. Sevginin olmadığı yerde toplumun en küçük birimi aileyi bir yerde tutan nedir? Hep birlikte yaşanılan mutsuzluğa bağımlı olmak mı? Kolektif ıstıraptan keyif almak mı? Cinsel yolla bulaşmış en korkunç hastalık olan akrabalıktan iyileşememek mi? Sırf aynı kadının rahmindeki yumurtalardan ve aynı adamın testislerinden üretilen spermlerden can bulmuş olmak kardeşliğe, aile olmaya yeter mi?

Türkiye, tuvalet taşının bile siyasi tartışma konusu yapılabildiği, alaturka ve alafranga tuvalet tercihinin dindarlık ve modernizm seviyesini gösterdiği ilginç bir ülkedir.

“Dünya denen bu kokuşmuş çöplükte her şeyden şüphe edebiliriz, bir annenin sevgisi hariç”. J. Joyce.

Bu memlekette her durumda çay içilir. Hiçbir şey olmamış gibi çay içilir.

Kadınlar da tanrı gibiydi, pek anlaşılmıyorlardı.

Bu ülkede yasal olan her şey pahalıydı; kanunsuzluk ise bedava.

Adına saygı dedikleri bir mesafe koymuşlardı aralarına, birbirlerine karışmazlardı.

İlk cinsel deneyimini, havuzda bir mil yüzmeye hazırlanırken, duşta ıslanıp yüzmeden şezlonga uzanmaya benzetirdin.

Erkeğin üreme organı… Önünde taşıdığı silahı… Kanla beslenir, sperm sıkar, kan döker…

Meğer iki insanın su olup akmasıymış sevişmek… Birbirine akmasıymış… Meğer iki insanın birbirinde yüzmesiymiş sevişmek… Ona deniz olmakmış, onun denizine dalmakmış… İki ruh seviştiğinde bedenler sadece doğru notalarına basılan enstrümanlarmış.

Yanağıma kelebek sürüsü ağırlamışım hissi veren minik öpücükler kondurdu.

Medeniyet, insanın arzularını durdurma becerisine verilen addır.

Deniz olmayı bilirim ben. Daha evvel dalga olmuştum, bir gönülkırana çarpmıştım.

O güzel kadının arzulanmaması en çok o kadına haksızlıktı.

Tanrı kıyameti koparmak konusunda pek isteksiz. Daha uzun yıllar dünyaya katlanacağız gibi görünüyor.  (doğrusu dünya biz insanlara katlanıyor J)

Ve ben aslında Tanrı’ya kızgın olmamak için ona inanmamayı seçiyorum. Varsa kızacağım çünkü.

Erkekler savaşta, kadınlar aşkta ölür.

Sahi, film şeritleri yokken ölenlerin gözünün önünden hayatları nasıl geçerdi?

Ölüm içmiş, yaşam kusmuştum.

Yazmak ne güzeldi. Hiç kimse sözünü kesmiyordu.

Bu cümle söylenmiyor ama herkesin yüzünden işitiliyordu.

Büyükdere Caddesi’ni izlemeye koyuldum. Mahalleleri ve kaderleri bölen o cadde.

Dereleri değil dere yataklarına ev yapan insanları ıslah etmek daha uygun olurdu.

Diğer Yazılar