Türk Yeraltı Edebiyatının İlk Anti Kahramanları: KİNYAS ve KAYRA
Hakan Günday’ın 2000 yılına yayınladığı ilk romanı Kinyas (K) ve Kayra (K), birçoklarınca yeraltı edebiyatının ülkemizdeki ilk örneği olarak nitelendirilir. Yazar bu ve bundan sonraki eserlerinde itilmişler ve dışlanmışlar üzerinden suç ve kötülük kavramları çevresinde Varoluşçuluk akımının etkilerini yansıtır.
Kafası karışık kahramanlarımız K ve K, yaşamlarını bir sorgulama içinde sürdürürler. Camus (Yabancı) ve Sartre’ın (Bulantı) eserlerinde gördüğümüz gibi kahramanlarımız dünyayı ve kendi yaşamlarını anlamdıramadıkları için çevreleri ile uyuşmazlık içindedirler. Tutunacak bir dal veya çıkış noktası arayan bu kişiler ölüm kavramını idealize ederler.
Bu kahramanlar iyilik peşinde koşan diğer roman kahramanları aksine sorunlu ve suçlu tiplerdir. Gösterdikleri narsist ve duygusuz davranışlar ve duygudaşlık yoksunu hareketleri ile antisosyal kişilik bozukluğu semptomları gösterirler. Bunun sonucu bu anti kahramanlar topluma göre anormal davranışlar sergileyen ve suça yatkın kişiler olarak nitelendirilebilirler.
Eser 3 bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde ikisi bir aradayken K ve K’nın yaşadığı maceralar ele alınmıştır. K ve K yukarıda anlattığımız anti kahramanlardan farklı değillerdir. Kitapta K ve K’nın psikolojik sorunlarının temeline inilmese her ikinin de sorunlu bir hayata sahip olduklarını görürüz. Maceradan maceraya koşarlarken kendi hayatlarını ve başkalarının hayatlarını önemsemezler. Afrika’dan Amerika’ya seyahat, sahte belge çıkarma veya şiddete başvurma onlar için sıradan işlerdir. Türkiye’ye döndükleri bir gün aniden yolları ayrılır. Sonraki iki bölümde 2 kafadarın tek başlarına yaşadıkları ele alınır.
İkinci bölümde Kayra’nın Afrika’ya dönerek her zaman ideali olmuş zihnini durdurup ölümü bekleme amacı için yeteri kadar mali kaynak bulmaya çalışması anlatılır.
Üçüncü bölümde ise Kinyas’ın Türkiye’de kalarak ailesini bulması ve normal hayata dönme çabaları konu edilir.
Romanı okumaya başladığımda Kinyas’ın daha baskın ve daha sorunlu olan taraf olduğunu düşünmüştüm. Fakat eserin sonunda Kinyas’ın geri dönüş çabalarını gördüğünüzde bunun yanlış olduğunu anlıyorsunuz. Ayrıca K ve K’nın 2023 tarihli özel basımına eklenen kısa hikayeyi okuduğunuzda karakterlerin farkları daha net anlaşılıyor.
Genel olarak kitap sürükleyici bir macera romanı gibi hızlı okunuyor. Kafiyeli kelimeler ve cümleler ile çalakalem yazıldığını düşündüğüm eser beni çok nadir sıktı. Bazı duygu ve düşüncelerin detaylı anlatımını saymazsak kolay okunur bir eser ortaya koymuş Hakan Günday.
Bazı iddialı cümleler ile ne kastedildiğini anlamakta zorluk çektiğim oldu. Örneğin “Acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini” yazar anlamlı ve iddialı cümleler kurmak için dili oldukça zorlamış bu noktada. Diğer bir örnek; yaşarken zihni durdurma isteği. “Onun için ben hâlâ nefes alıp verebiliyorken gerçekleştireceğim zihnimi yok etmeyi.” Acaba daha önce böyle bir şeyi başaran olmuş mu??? Ben bilmiyorum.
Onlarca kez ölümden bahsedip bunu hiç denememiş olmamaları ya da çok az denemiş olmaları bana büyük bir tezatlık gibi göründü.
Akılda Kalanlar
Birinci Kitap
Geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyulabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde.
Adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri.
Sıcağın herkesi eritip aynı maddeye dönüştürdüğünü bilmiyordum.
Yolculuğun hiçbir derde deva olmadığını anladığım gün yıkılmıştım. O gün kendimi öldürmeye çalıştım. Ama olmadı.
“İnsanlar...” dedim fısıldayarak. “Taşırlar insanları. Kundaktayken, tabuttayken. Hep taşıyacak birileri olur. Bazıları dostluktan, bazıları cepteki paradan,
Terk ettim okulu. Belki hâlâ bir yerlerde kayıtlarım duruyordur ve yoklama kâğıtlarına “yok” yazılıyorumdur. Ve belki de benim için söylenecek en yerinde kelimedir.
Boşalmanın, seks ne kadar uzun sürerse o kadar zevkli olduğunu düşünerek, hayat ne kadar sürerse ölümün de o kadar muhteşem olacağına inandım. Ve Cehennemi de kundaklardım!
Komünizmi Slavlara değil, buralardaki insanlara sormak gerek, diye düşündüm... Kimsenin arasında en ufak bir fark yoktu. Hepsi aynıydı Afrika’da.
Türk, Almanya’da daha çok Türk’tür. Ve mantısına, dönerine daha çok özen gösterir. Vatan özlemi, yemeklerin lezzetinde, bulunulan ülkenin insanlarına duyulan nefrette gizlidir. Dağdan gelip bayırdakini kovmak, dağa hasrettendir!
O an, biraz daha uzaklaştım kendimden, dünyadan. Uzaya fırlatılan köpek gibi. Denizin dibindeki dalgıç gibi.
Hayatta yapılabilecek en doğru iştir. Bir yerden bir yere gitmek. Zordur tabiî. Aile kuramazsın. En kötüsü ne bir kadına âşık, ne de bir adama dost olabilirsin. Ama gidersin ve iyi hissedersin, tanıştığın her yeni insanla, yediğin her yeni yemekle”
“Yol! Gitmek. Uzaklaşmak. Doğduğun yerin çok uzaklarında ölmek. İnsanı insan yapan bunlar. Tanrı bile gitmemizi istiyor. Bu yüzden dünyayı bu kadar büyük, insanları bu denli küçük yaratmamış mı?
Gecenin sonunu yazmak için orayı bilmek gerekir. Ölümü yazmak için ölmek gerekir!
Bir restoranda oturunca masayı kendime doğru çekiyorum, sandalyemi oynatmadan. Çünkü hasta olan benim. Her şey bana göre düzenlenmeli. Ben gitmem. Onlar gelsin!
Şu an sadece kalp atışımı dinliyorum. En sevdiğim ve tek dinlediğim grup: atardamarlar! Mükemmel bir orkestra. Hiç nazlanmadan çalıyorlar. Kaprissiz. Ben ne zaman istersem... ( “ben istesem de istemesem de” daha uygun olurdu.)
Denge, insanoğlunun icat ettiği en vahşi kavramdır. İp cambazının kendini en iyi hissettiği an, kendini ağa bıraktığı andır oysa.
Dünyayı küçük gördüğü için kendini büyük sanıyordu. Tabiî büyük bir göz yanılması söz konusuydu. Eğer dünya sandığı kadar küçük olsaydı, kaybolmamak için bu kadar uğraşır mıydı sokaklarında?
İkinci Kitap
Kimse farkında değil, bedeninin sabahki yorgunluğunun, çok uzaklardan göz açıp kapayıncaya kadar gelmesinden kaynaklandığının. Kimse iki dünya arasındaki saat farkını hesaba katmıyor.
Dünyanın en yüksek ve sağlam duvarı, televizyon ekranı!
Prenseslerin de Anita’dan farkı yoktu. Onlar sadece doğru adamla yatmışlardı. O kadar!.. (Bu kadar basit mi!)
Kim kimi duymuştu ki zaten, bugüne kadar?
Daha anlayamamıştı sonunda ölüm olan bir hayatta mutlu son olmasının mantığa aykırı olduğunu.
Hayat, her bölümünde ayrı bir hikâyenin döndüğü neşeli bir dizi değil, sonunda herkesin öldüğü ve katilin bulunamadığı sıkıcı bir filmdi...
Ama o da, ben de, uzun zaman önce gururumuzu bir şişeye koyup okyanusa bırakmıştık. İhtiyacı olan birine ulaşması ümidiyle.
Üçüncü Kitap
Sorular Çinliler gibi. Milyarın üstünde.
Romanların, tuvalette okunmak için yazılmış olabileceklerini nasıl düşünemedim?
Oğlana, birkaç yıl sonra asker, daha ileride de memur ya da işadamı diyeceklerdi. Hatta aile babası. Ama her zaman bir sıfatı olacaktı, adından önce gelen.
Kafam, bir politikacıdan il olma sözü alacak kadar kalabalıktı.
Hayattaki en huzur verici şey, önemsiz projeler yapmaktı. Çünkü işlerin önemi artınca, verdikleri acı da büyüyordu.
Sıradanlıktan geçiyordu kurtuluşumuz. İlk seçimde iktidardaki partiye oy vermeye yemin ettim o an. Yığının içinde olmalıydım. Sıcak tutardı!..
Sırf kendime tekme atabilmek için yogaya başlamak istiyorum!..
İnsanın tek gerçek özgürlüğü yalnızlığıdır. Ve yalnızlığı küçük düşürense bağımlılıklardır. Aşklar, alkol, nikotin, ahlakî değerler, uyuşturucular... İnsanın kendiyle mücadelesi, bağımlılıklarını yok etmesiyle başlar.
Diğer Yazılar