ÜÇ İSTANBUL

 

Eserin yazarı Mithat Cemal Kuntay aslen hukukçu olmasına rağmen edebi alanda daha çok tanınmıştır. İlk başlarda yurt sevgisini dile getirdiği lirik şiirleri ile ön plana çıkan Cemal Kuntay, çeşitli gazetelerde fıkra ve makaleler yazmış, biyografi alanında eserler vermiş, oyunlar yazmış ve çeviriler yapmıştır. İstanbul’un üç farklı dönemini anlattığı ilk ve tek romanı1938 yılında yayımlanmıştır. 

Fethi Naci’nin en beğendiği 20 romandan biri olan Üç İstanbul, Adnan'ın hayatındaki 3 farklı dönemi anlatır gibi görünmekle beraber (fakir ama gururlu Adnan, zengin ve başarılı Adnan, unutulmuş ve bedbaht Adnan) aslında Osmanlı'nın istibdat dönemini, İttihat ve Terakki dönemi ile mütareke dönemini ve bu dönemlerde İstanbul'da yaşanan toplumsal sancıları ve ahlaki çöküşü okuyucuya yansıtmaktadır.Eser 1983 yılında TRT tarafından dizi olarak yayınlanmıştır. Yönetmenliğini Feyzi Tuna’nın yaptığı dizinin müzikleri büyük usta Timur Selçuk’un ellerinden çıkmıştır. 

Adnan hukuk fakültesini bitirmiş ama geçim derdi çeken bir avukattır. Birkaç gazeteye yazı yazarken aynı zamanda çeşitli konaklarda tarih ve edebiyat dersleri vererek geçimini sağlamakta ve hasta annesine bakmaktadır. İkinci Abdülhamit döneminin yoğun baskısı altında bir yandan karanlık odalarda gizli buluşmalara katılırken, bir yandan da toplum içinde aydın sayılan bir insandır Adnan. “Yıkılan Vatan” adını verdiği romanını yazmaya çalışır.

Adnan, İttihat ve Terakki döneminde önemli ve söz sahibi birisi olur; Talat Bey'e yakınlığı sayesinde zengin ve başarılı bir avukat haline gelir. Bu dönemde müreffeh ve şımarıktır: Zengin bir paşa kızı olan güzel Belkıs’ın ikinci kocası olur. 

Mütareke döneminin başlaması; İttihat ve Terakki döneminin bitmesi ile birlikte Adnan çeşitli zorluklar yaşamaya, maddi anlamda sıkıntılar çekmeye başlar. Bu süreçte hayatını idam ettirmeye çalışırken eskiden tarih dersi verdiği paşa kızı Süheyla hanımla ikinci ve son evliliğini gerçekleştirir. Avukat olarak yazıhanesinde müşteri yolu gözlerken, evinde de Ankara'da gelişmekte olan yeni yönetim tarafından hatırlanıp Ankara'ya davet edileceği o muhteşem anı beklemektedir.

Ana sahne İstanbul olmakla birlikte olaylar büyük çoğunlukla kapalı mekanlarda geçmektedir. Zengin ve Avrupai Pera ile halkın yaşadığı Aksaray’daki konaklar kahramanların buluşma yerleridir. Yazar bu mekanlarıve teşrifatınıcanlı bir şekilde tasvir eder.

Eserde çok fazla sayıda karakter mevcuttur. Bu karakterler çoğunlukla derinlemesine işlenmezler, bir kısmı sahnede görünüp kaybolurlar. Önemli karakterler Adnan, Hidayet, Belkıs ve Süheyla’dır. Ayrıca gerçekte hayatta yazarın çok iyi dostu olan Mehmet Akif eserde Şair Raif’tir. Ayrıca Şair-i Azam Abdulhak Hamit de kitapta hayal kırıklığı ile yer almıştır. Gerçek kişilerin ve gerçek olayların gerçek mekanlarda anlatılması romanın inandırıcılığını artıran bir unsur olmuştur. Adnan karakteri de yazarımıza çok benzemektedir. 

Kitapta daha çok elit ve soylu kesimden bahsedilir. Bu İstanbul, halkın, işçilerin ve sıradan insanların İstanbul’u değildir. Osmanlı’nın çöküşü ile birlikte bu üst tabakanın da çöküşü dürüstlük, ikiyüzlülük, ahlak ve namus kavramları ile çıkar ilişkileri çerçevesinde ele alınır. Karakterlerin dönemlere göre değişimi, yükseliş ve çöküşleri yukarıda belirtilen dönemler ve konaklar bağlamında ayrıntılı olarak işlenmiştir. Bütün bu ayak oyunları nedeniyle midir, bilinmez, bahsedilen karakterler hep mutsuzdurlar. Bütün bu çıkarcı tiplere rağmen Şair Raif, Dağıstanlı Hoca ve Süheyla dürüst ve temiz kişiler olarak eserde yer almıştır. 

Eserde aydın olarak nitelendirilen kişilerin ortak özelliklerinden biri de sadakatsizliktir. Kadın ve erkek karakterler eşlerini çok sık aldatmaktadır ve yazar bu cinsel birliktelikleri gerçekçi bir şekilde okuyucuya aktarmaktadır. Bu noktada eşcinsel birlikteliklere de değinerek yazar gerçekçi bir toplum resmetmiştir.

Abdülhamit’in kötülenmesi romanın hemen her bölümünde yer alırken, halkın bazı konulardaki aymazlığı da yazar tarafından eleştirilmektedir. Balkanların kaybedilmesi sonrası Abdülhamit’e karşı herhangi bir sesin halktan yükselmemiş olmasına kızarken, aynı halkın padişahın Buhari’nin hadis kitabını ve Kuran’ı yaktırdığı söylentileri nedeniyle isyana kalkışmasına da şaşırmaktadır. Bu noktada kaynaklar Kuran yakma hadisesi diye bir şey olmadığını; yönetime karşı itiraz içeren hadisler nedeniyle hadis kitabının bazı sayfalarının padişah tarafından yaktırıldığını; bu yakma olayının kulaktan kulağa Kuran yakıldı noktasına kadar büyütüldüğünü belirtir. Öyle ki İkinci Abdülhamit’in hal fetvasının temeli bu söylentiye dayanır. 

Roman eleştirel gerçekçilik diyebileceğimiz bir türde kaleme alınmıştır. Anlatıcı, modern eserlerdeki varlığını sezdirmemeye çalışan anlatıcı rolü tersine, anlatıcı-yazar olarak nitelenen her şeyi bilen, anlatan ve yorumlayan 3. tekil kişi rolündedir. Yazar sübjektif görüşlerini net bir şekilde ortaya koyar. Bu bağlamda roman örtük ve açık güzellemeler ileironik ve doğrudan eleştiriler ile doludur. 

Birçok eleştirmenin atladığı önemli bir husus kitapta aslında sürpriz bir sonun bulunuyor olması. Mahkemede asılması için uğraştığı kişinin kendi çocuğu çıkması ve bunu son sayfalara kadar okuyucuya hissettirmemesi hoş bir sonuç doğuruyor. Ayrıca Adnan’ın yazmakta olduğu Yıkılan Vatan isimli roman vasıtası ile yazar, okuyucuya asıl konu haricindekigörüşlerini de aktarabilmiştir. Bu romanda muhacirlik ve muhacirler ile ilgili çok canlıbetimlemeler mevcuttur mesela. (Fesli iskeletler; paltosu ile ölenler; iki gözden ibaret yüzler; bohçalaşan kadınlar. Syf 12) Roman içinde roman kurgusunu ben çok beğendim.

Yine hiç bir eleştirmenin değinmediği bir husus dasarayın kendini düşünen ve sadece iktidarını korumaya çalışan baskıcı politikaları ile elit ve aydın kesimin çürümüşlüğününve yozlaşmışlığının birleşmesi ile birlikte koca bir imparatorluğun battığını/batırıldığını; aslında bu ahval ve şerait altında batmaktan, çürüyüp yok olmaktan başka yolunun olmadığını söylemektedir yazar.Bu noktadagenç Cumhuriyet ile çürümüş Osmanlı karşılaştırması yapılmaktadır. İstanbul’daki yozlaşmış kesimlerin tersine, yeni başkent Ankara’da yoktan bir Cumhuriyet kuran elit ve aydın kesim,bu geri kalmış toplumu ve vatanı muhasır medeniyet seviyesini çıkarmak için özveriyle çalışan kişilerdir. Ve köhne Osmanlı’nın düştüğü hatalara düşmeyerek yollarına devam edeceklerdir. 

 

Akılda Kalanlar

Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir.

Maliye Nazırı’nın kürklü paltosu, teşrifatta Nazır’dan sonra, Müsteşar’dan evvel gelir.

Herkesin ittifak ettiği fikirleri kabul ederse, başkasının elbisesini giymiş bir uşak gibi olacağını sanıyor.

Gazi Osman Paşa’da başlayan, Çerkes Mehmet Paşa’da biten bir memleket: İstanbul!.. Şair Raif’te başlayan, Hidayet’te biten bir adam: Adnan!..

Şimdi onun gözünde Maliye Nazırı’nın kızı Süheylâ bütün kızlardan biriydi. Erkânıharp Müşiri’nin kızı Belkıs ise hiç görülmemiş bir işkence kadar başkaydı.

Sevilmeyenler meğer romanlarda ağlarlarmış.

Tevfik Hoca zengin olunca sarığını attı. Fakat sarık kafalaşır, cübbe derileşir, insandan çıkmaz. Hoca’nın da fesi; “Ben sarıktım!”, ceketi; “Ben cübbeydim!” diye haykırıyordu. 

Belkıs’ın anasının göğsüne bu yirmi beş bin İngiliz liralık elması, yirmi beş milyon aç adamın taktığını, Belkıs’a hırslanarak, acı acı düşünüyordu.

 “Evet namusuyla öldü, gitti!” dedi. “Namussuz olmaya ömrü vefa etmedi!” demek istiyordu.

İnsanların birdenbire namussuz olması lazım gelseydi az adam namussuz olurdu.

Gözleri o kadar karanlıktı ki, kocasının bu değişen gözleri görmesinden korktu; önüne baktı. Göz kapaklarıyla sanki bütün yüzünü örtüyordu..

İnsan başkasının felaketi önünde şair, âlim, feylesof olur.

 “Vükelâ efendilerimiz, kadının namusunu hâlâ bohçada saklıyorlar: Hâlâ çarşaf namusu! Hâlâ kumaş ismeti! Hâlâ çuvala emanet edilen aile ırzı!

Zaten zenginlerde vicdan azabı tembeldir. Adnan da zengindi.

Hastanın ateşi yükseldi ne demektir? Mikroplar hastanın vücudunda zamparalık ediyorlar demektir.”

 “Zengin insan”, “günleri birbirine benzemeyen insan” dı.

Memlekette bir tek adam vardı: Anafartalar kahramanı!.. Şimdi vatan bir insan gibi ölürken bir insan bir vatan gibi ayaktaydı.

Kadının bedbaht olmadığını görünce başka kadınlar bedbahttılar.

Her haliyle ihtiyardı. İnsanların sık öldüklerini, az yaşadıklarını zannettiği yaştaydı. Yemeklerin tatsız olduğu, günlerin birbirine benzediği, konuşacak kimsenin kalmadığı, insana bütün gençlerin cahil, ahlaksız, küstah göründükleri yaş!

Yanındaki karyolada Adnan -gözlerini uyumadan kapadığı için- uyuyamıyor.Uyku ne kadar da kadın gibi! Beklemeyeceksin ki gelsin.

Bu kadın “başkası” olmayı bir türlü bilmiyordu: Kocasından ayrı olmayı!.. Adnan kendi dudaklarını nasıl öperdi?

Büyük hastalıklar dört mevsime tahammülü olmayan ağaçlardır. Şiirleri, çiçekleri bir iki ayda dökülür.

Cemal Kuntay'ın evi, 1924 

Soldan sağa: Süleyman Nazif, Cenab Şahabettin, Abdülhak Hamid Tarhan, Samipaşazade Sezai, Mehmet Akif Ersoy, Mihat Cemal 

Diğer Yazılar