UÇURUMDAN DÜŞEN HİKAYE

Ayşe Kulin’in tarzının dışında, ikinci kez kaleme aldığı distopik bilim kurgu tadındaki son romanı Yarın Yok, günümüzden birkaç yüzyıl sonra Dünya gezegeninde geçiyor. Ama yeni bir dünya, apokaliptik süreçler sonrası artık bu gezegen günümüzdekinden tamamen farklı. Gezegenin tüm nehirleri, gölleri kurumuş. Her şey, her yer yapay… Önce doğal hayat ve kaynaklar tüketilmiş; üzerine bir de Felaket Savaşı yaşamış insanlık.

Evren hayatta kalan bir avuç insan soyuna bir şans daha tanımış. Bu sefer bilim ve teknoloji peşinde ilerleme için durmaksızın çalışan, ahlaklı, dürüst, paylaşımcı ve özverili bir toplum oluşturulmuş. LakinDemans hastalığınave Tayro virüsüne çare bulunamamış.

Merkez Şehir Devleti’nin idealist, çalışkan ve uyumsuz bilim kadınıMira’ya biyolojik bir silah olarak üretilen Tayro virüsünün yok edilmesi için zorlu bir görev verilir.  Olaylar gelişir ve aniden biter hikaye.

Kitabı tartışmaya sondan başlayacağım çünkü bana göre kitabın en çok eleştirilecek noktası konunun aniden bitmesi. Kağıt veya mürekkep bitmiş gibi geldi bana.Elektrikler kesilmiş de olabilir, yazar sıkılmış veya bu kadar yeter demiş bile olabilir. Yine de bu sürpriz son ile yazarımız okuyucuyu şaşırtabilmiş!

Bildiğiniz gibi dünyamızın global sorunları aşağı yukarı şöyle: İklim ve çevre sorunları, yoksulluk, eşitsizlik, gelir dağıtımı adaletsizliği, sağlık krizleri, göç ve mültecilik, eğitim ve fırsat eşitsizliği, otoriterleşme ve faşizan eğilimler, siyasi istikrarsızlıklar, kadın, çocuk ve insan hakları ile dijital dönüşüm ve mahremiyet gibi.. Yazar aydın bir kişi olarak kitabında bütün bu güncel sorunlara değinmeye ve tarihe bir not bırakmaya çalışmış. Böylece her şeyden biraz bilgi sahibi oluyoruz ama hepsi havada kalıyor hikayede.

Aslında tüm kitap havada kalıyor. Şöyle ki yazarın kurguladığı tarih günümüze çok da uzak olmayan bir tarih, böyle olunca da bilim kurgu adına çok da yeni söylemlere ihtiyaç olmuyor, hayal gücünüzü yormadan, ete süte fazla karışmadan idare eden bir metin oluşturabiliyorsunuz. Az önce söylediğimiz gibi mekanları, kişileri, duyguları ve olayları derinlemesine işlemeyince de kitap havada kalmaya mahkum oluyor.

Yine rahatsızlık veren başka bir husus kitapta çok fazla tesadüflere yer verilmiş olması. Yazar belki de hayatımızda tesadüflerin ne kadar etkili olduğuna vurgu yapmak istemiş ama bir noktadan sonra insanın diyesi geliyor “Yok artık Lebron!”

Malumunuz Hollywood’da Oscar ödülünü garantilemek isteyen her yönetmen mutlaka Yahudi soykırımına değinmek zorundadır çektiği filmlerinde. Bizde de aydınlarımız okuyucuyu yakalamak için mutlaka Gezi Olaylarına değinir oldu. Bu “montaj” sıkıyor artık beni.

Her ne kadar akıcı bir dil ile kolay okunan bir tarzı varsa da bilim kurguya uymayan bir temele dayanıyor olması, okuyucuda inanırlık sorunu yaratıyor. Kitapta “Müphem Alan” olarak geçen ve kısaca öbür dünya olarak tanımlayabileceğimiz ruhani kavramın yarattığı belirsizlik insanda koca bir boşluk hissi yaratıyor. Bilim kurgu anlamında hoşuma giden önemli bir husus ise hikayede geçmişteki seslerin kaydedilebiliyor olması. Nefis…

Önceki kitaplarının kahramanı Esra’yı burada da görmek sadık okuyucu için güzel bir hoşluk olsa da Esra’yı tanımayanlar için önemsiz bir nokta olarak kalıyor. Çünkü Esra’yı tanımıyoruz; tanıyamıyoruz bu hikayede.

Atlatılan badirelerden sonra kalan insan ırkı saçsız, kirpiksiz hatta dişsiz olarak tasvir edilmektedir. Yazar burada evrime atıfta bulunmuş olsa da insanın evrim geçirerek dişsiz hale gelmesi için yüzbinlerce yıl geçmesi gerektiğini de görmezden gelmesi gerekmiş.

 

Akılda Kalanlar:

“Dilinize ilk geleni söylemeden önce iki kere düşünün ama aklınıza ilk gelen düşünceye güvenin, beklediğiniz mesaj size her zaman ilk düşünceyle gelecektir...”

“Şiddet sıradanlaşabilir ama asla kazanmaz!”

Aslında coğrafyanın kader olmadığı, aslolanın insan ve eğitim olduğu çok net anlaşılıyor kitaptan.

Kitapta geçen Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait şiiri hem konu ile uygun olduğu içim hem de sevdiğimiçin paylaşıyorum. Barış ile kalın…

 

                                                                                                          Atilla ÇAKIR

                                                                                                           Denizli

 

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN

 

Ne içindeyim zamanın,

Ne de büsbütün dışında;

Yekpare, geniş bir anın

Parçalanmaz akışında.

 

Bir garip rüya rengiyle

Uyuşmuş gibi her şekil,

Rüzgarda uçan tüy bile

Benim kadar hafif değil.

 

Başım sükutu öğüten

Uçsuz bucaksız değirmen;

İçim muradına ermiş

Abasız, postsuz bir derviş.

 

Kökü bende bir sarmaşık

Olmuş dünya sezmekteyim,

Mavi, masmavi bir ışık

Ortasında yüzmekteyim.

 

Diğer Yazılar