BOŞ BIRAKIP GİDENLER…

Biz, son Osmanlı münevverlerini ve onların yetiştirdiği talebelerini az da olsa yakaladık ve kendilerinden istifade etmeyi bildik.

Osmanlı münevveri, hadi gençlerin anlayacağı kelimeyle aydını ne demek? Osmanlı Cihan Devleti’nin 6 asır boyunca ortaya koyduğu muazzam medeniyetten, kültürden, sanattan, mûsikîden, zarafetten, kibarlıktan, incelikten ve hepsinden mühimi Türkçeden kana kana içen insanlar demek…

Bu insanlar beyefendiliğin ve hanımefendiliğin şâhikasında insanlardı. Ağızlarından çıkan her kelimeyi tartarak söylerler, insanlarla muamelelerinde âdâb-ı muâşerete âzamî dikkat ederlerdi. Sözleri ve davranışları birbirine uyan, sözünün eri insanlardı.

Belki fakir idiler ama her hal ve hareketlerinden asalet akardı. Bu hakikat, Anadolu’da yaşayan Osmanlılar için de geçerliydi, İstanbul’da yaşayanlar için de…

Daha 17 yaşında iken kürsüye çıkan bir genç olarak, hitab ettiğimiz insanlar arasında Osmanlı Cihan Devleti'nin son yıllarında dünyaya gelen insanlar vardı ve bu insanlar ilim tahsil etmemiş olmalarına rağmen, edep ve hürmette kusursuz denilebilecek bir güngörmüş, eskilerin tabiriyle “asır-dîde” insan tavrı içindeydiler.

Denizli’nin Tavas İlçesine bağlı Vakıf Köyü’nde bu insanlardan aklımızda hatıraları kalanlar arasında Nebi Namırtı, Hacı Osman Kes, Hüseyin Bartal (Kahve Dede), Aşık Dede, Ahmet Uzelli (Uzun Ahmet Dede), Ballı Dede, Uzun Ömer Dede, Tülü Dede, Erkan-ı Harbin Ömer Dede, Halil Kes (Halil Çavuş) gibi adamlar vardı.

Bu insanlar beş vakit camiye devam eden, kendi aralarında sürekli şakalaşan, eski hatıralarını anlatan, gençlerin olumsuz bir davranışını gördüklerinde yumuşak bir üslupla ikaz eden, din ve devlet adamına âzamî hürmet gösteren ve onlar meclise girdiğinde ayağa kalkan, samimi Osmanlı insanlardı.

1987’nin Eylül ayı başında İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda tahsil görmek üzere geldiğimiz İstanbul’da, lise yıllarında okuduğumuz Tercüman Gazetesi ve Türk Edebiyatı Dergisi’ndeki yazılarından tanıdığımız Ahmet Kabaklı’yla ilk fırsatta tanıştık. Türk Edebiyatı Vakfı bizim için ikinci üniversite oldu. Ve emin olun, devletin üniversitesinden daha çok faydalı bir üniversiteydi. Bu küçük binada yıllar boyu her hafta Çarşamba günleri dinlediğimiz insanlardan o kadar çok şey öğrendik ki bugünkü nesiller bunlardan maalesef mahrum kaldı.

Ahmet Kabaklı’nın etrafında toplanan insanların hemen hepsi Osmanlı’dan nasibdâr olmuş insanlardı. Aklımızda kalanları “Bâb-ı Âlî’de 33 Yıl” isimli hatıratımızda yazdık. Burada tekrar yâd ederek, hasretimizi dile getirmiş olalım.

Semavi Eyice, Alaaddin Yavaşça, Ahmet Aydın Bolak, İsmet Bozdağ, Ethem Ruhi Üngör, Şevki Çanga, Tarık Buğra, Emin Işık, Nezih Uzel, Sermet Sami Uysal, Oktay Aslanapa, Ali Alparslan, Ergun Göze, Gürbüz Azak, Mehmed Niyazi, Üstün İnanç, Ömer Okçu (Hekimoğlu İsmail), Dilaver Cebeci. …

Bu güzel insanlar arasında en son Üstün İnanç dün Hakk’ın rahmetine kavuştu ve bugün defnedilecek.

Üstün İnanç, tam bir İstanbul beyefendisiydi. Kendisiyle 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın kurduğu Gösteri Sanatları Merkezi’nde tanıştık. Tam 30 sene olmuş. En son 2015’de röportaj yapmış ve sohbet etmiştik.

Bu güzel insanların dünyamızdan ayrılmasıyla yerleri hep boş kaldı. Kimseler onların yerini dolduramadı. Zira cumhuriyet yıllarında doğanlar ve cumhuriyetin kurduğu eğitim sisteminden beslenenler, hiçbir zaman bir Osmanlı münevverinin sahip olduğu birikime ve donanıma sahip olamadılar.

Bu hususu tabiri caizse şöyle tasvir edebiliriz: Osmanlı çağlarında yaşayan insanlar gürül gürül ırmaklar akan ormanlarda ve verimli topraklarda doğup büyüyen insanlar gibiydi ve tabiatın bütün güzelliklerinden beslendiler. Cumhuriyet yıllarında doğan bizler ise, çorak ve hızla çölleşen, kurak bir arazide doğup büyüdük, yetiştik.

Bizim nesillerin öğrendiği Türkçe ile Osmanlı nesillerinin öğrendiği Türkçe arasında da büyük uçurumlar var.

Bendeniz Milli Eğitim Bakanı olsam, müfredata “Türk Yazarları ve Şairleri” dersi koyarak, her yazar ve şairimizin eserlerini muhakkak tanıtır ve sevdirmeye çalışırdım. Zira gençlerimizin sağlam rehberlere ve örneklere ihtiyacı var. Biz bu güzel insanlarımızı yeni nesillere tanıtmakta ve onların örnek alınmasına vesile olmakta çok başarısız bir eğitim sistemine sahibiz.

Daha vahim bir hal de maalesef şudur: Yaşayan büyük şair ve yazarlarımızın kıymetini yaşarken bilmiyoruz. Millet olarak bir “ölü sevici” tarafımız var. Büyük insanlar, yaşarken kadri kıymeti asla bilinmeden, kendi dünyalarında eserlerini veriyor ve kitaplarının hem basılması, hem satılması, hem tanınması ve okunması için ağyârdan yardım beklemeye mecbur kalıyorlar. Üstün İnanç da, diğer bütün yazar ve şairler de hemen hemen aynı acı kaderi yaşıyor. Bu ülkede son asırda yetişmiş en büyük Türk Halk Müziği sanatçılarımızdan Neşet Ertaş’ın vefatına yakın zamana kadar hemen hiç dinleyicisi yoktu. Bizim milletimizin, “Kör ölür badem gözlü olur” dediği bir huyu var. Neden bir şairin, yazarın, sanatkârın, kadrini yaşarken bilemeyiz acaba? Zannımca devlet ricalinin sanattan mahrum olmasının bunda büyük payı var.

Zira Osmanlı asırlarında padişahlarımızın büyük çoğunluğu şair ve sanatkâr olduğu için, bu güzel insanların kıymetini biliyor ve onların rahat bir hayat sürerek eserlerini vermesi için gereken neyse yapıyorlardı.

Cumhuriyet yıllarında devletin başında bulunanlar arasında az çok şiir yazan tek başbakan Bülent Ecevit idi ve o da ideolojik saplantı içinde yaşadığı için gerçek sanat erbabının kıymetini hiçbir zaman bilemedi.

Üstün İnanç hocamıza Allah’tan rahmet diler, yaşayan sanat ve kültür adamlarının kadrinin bilinmesini temenni ederiz…

Diğer Yazılar