GÖKLERDEN GELEN KARAR…

Ülkemizde meydana gelen en büyük depremlerden 17 Ağustos Gölcük ve 12 Kasım Düzce depremlerini bizzat yaşayan bir gazeteci olarak, 6 Şubat 2023 gecesi saat 04.00 sularında meydana gelen deprem esnasında uyanıktık.

Anadolu Ajansı’nın o saatte geçtiği flaş haberi görür görmez, neler olabileceğini hemen tahmin ederek, derin bir hüzünle gelişmeleri beklemeye başladık.

Gün içinde ikinci defa ve daha büyük şiddette meydana gelen depremle beraber 11 vilayetimizde çok büyük bir yıkım oldu ve binlerce insanımızın ölümüne yol açtı.

Dünyada ne kadar malımız, mülkümüz, arazimiz, binamız olursa olsun, bütün bunların üstünde oturduğu toprağa hükmetme imkân ve ihtimalimiz yok. Yeryüzünün de gökyüzünün de bir tek sahibi var ve onun dileği ve bilgisi dışında yaprak bile kımıldamıyor.

Depremin meydana gelmesini insanoğlunun engelleme imkân ve ihtimali olmadığına göre, yeryüzünde kurduğumuz şehirlerin, yaptığımız evlerin, binaların her türlü felakete karşı dayanıklı yapılması gerekmez mi?

Geçen sene bugün meydana gelen şiddetli depremlerle yerle bir olan binaların büyük çoğunluğunun aslında yeterince sağlam yapılmaması sebebiyle yıkıldığı, TOKİ binaları ile çok sayıda Osmanlı ve Selçuklu devri binalarının yıkılmamasıyla anlaşıldı.

Açgözlü insanların yaptıkları binaların, on binlerce insanımıza mezar olmasını nasıl izah edeceğiz? Bizim insanımıza ne oldu ki, ne kadar çok kazanırsa kazansın doymak bilmiyor, tatmin ve mutlu olmuyor.

Allah’ın mülkünü kendi mülkü zannederek, gökyüzüne doğru çıkabildiği kadar çıktığı yükseklikte binalarla dolduran insanoğlu, eski insanların tabiriyle “sanki dünyaya kazık kakacağını” zannediyor.

İşimiz gereği ülkemizin birçok şehrini görme imkânı bulduk. Mesela, 1988’de ilk defa Bursa’ya gittiğimizde, Tophane’den bakınca son derece zarif ve yeşil bir Bursa gördük.

 1997 yılında ilk defa Giresun’a gittiğimiz zaman da çok mütevazı, küçük binalardan meydana gelen bir Giresun gördük. 2001 yılında Gaziantep ve Kahramanmaraş şehirlerimize gittiğimizde de benzer bir manzarayla karşılaştık. 1996’da yılında ilk defa Ankara’ya gittiğimizde, Esenboğa Havaalanından Ankara merkezine kadar yol boyunca binlerce küçük gecekondu gördük.

1994-1998 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendi ağızlarından, “Ben İstanbul’da çok yüksek binalara karşıyım. Çünkü şehrin hava akımını bozuyorlar” dediğine şahit olduk.

Ancak bilhassa 2002’den sonra Türkiye’nin iktisâdî hayatı düzeldikçe şehirlerimizin çehresi hızla değişti ve bütün şehirler beton yığınları haline geldi.

2012’de Giresun’a ikinci defa gittiğimizde şehri tanıyamadık. Bütün o eski küçük binaların yerine devasa binalar yapılmıştı. Köylerde bulunan ahşap evlerin yerini en az üç katlı beton binalar almıştı.

Diğer şehirlerimiz için de aynı acı gerçek geçerliydi. Kazandıkça dünyaya bağlanan ve ölümün bizi hiç gelip bulmayacağını zanneden bir insan tipine dönüşmüş olmalıyız ki şehirlerimiz hızla tarihi ve tabii kimliklerini kaybederek, bambaşka, çirkin, ruhsuz bir hüviyete büründü. Bu acı manzara İstanbul ve Ankara’da da çok hızla ortaya çıktı. Adına rant denen bir felaket, bütün insanımızın ruhunu kuşattı ve insanımız, asırlardan beri yaşayageldiği mütevazı hayatı terk ederek, gerçekten dünyaya kazık kakacağını zannetti.

Artan nüfusla beraber, yüksek katlı binaların da çoğalmasını belki savunanlarımız çıkacaktır.

Bendeniz, 1987 yılından beri İstanbul’da gazetecilik yapan bir vatandaş olarak, İstanbul’un nasıl adım adım betonla işgal edildiğini, şehirde Osmanlı asırlarından kalan Yıldız Korusu, Emirgan Korusu, Fethi Paşa Korusu, Mihrabat Korusu gibi korular dışında hemen hiç yeşil alan bırakılmadığını esefle ve ıstırapla takip ettim.

Kocaeli ile Tekirdağ’ın neredeyse birleştiğini görmek, Marmara Bölgesi’nde Allah korusun bir deprem olsa nasıl bir felaketle karşılaşacağımızı düşünmek bile istemiyoruz.

Ülke nüfusunun dörtte birinden fazlasını Marmara Bölgesi’ne yığmanın mantığını izah edenler çıkacaktır. Ancak, son bir seneden beri sürekli gündemde olan bir tehlikenin -Allah göstermesin- yaşanması halinde bunun hesabını kimin vereceğini de izah etmek gerekmez mi?

İnsanın iradesinin dışında vuku bulan bütün hadiseler merhum üstad Sezai Karakoç’un şiirinde dediği gibi, “Göklerden gelen bir karar” neticesindedir.

 

Bu kararın ne zaman ve günün hangi saatinde geleceğini bilemeyeceğimize göre, kararın bize en az zarar vereceği tedbiri almak gerekmez mi?

Elbette ecel birdir ve geldiği zaman öne de alınmaz, sonraya da bırakılmaz. Ancak insana düşen tedbirdir. Tedbir de en az Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii’ni yaptığı sağlamlıkta binalar yapmaktır.

Gökyüzü nasıl olsa boş diyerek çıkabildiği kadar çıkmak, hangi aklın, mantığın eseridir. İnsanların ayaklarını topraktan keserek, üst üste yığılmış mezarlarda yaşamaya mahkûm etmek çağdaşlık mıdır, modernlik midir, akıllılık mıdır?

Azıcık düşünsek aslında ne kadar büyük bir yanlışlık içinde olduğumuzu anlayacağız. İnsanoğlu, en fazla yüz sene yaşayacağı dünya için neden bu kadar büyük açgözlülük içindedir. Neden kendisine ve sevdiklerine mezar olacak binalar yapmayı başarı ve çağdaşlık olarak kabul eder?

6 Şubat 2023’te üst üste meydana gelen depremlerle 50 binden fazla insanımız tarifsiz ıstıraplar içinde can verdi. Bizim zenginliğimiz, ölmeyecekmiş gibi hırsla dünyaya sarılmamız bize bu felaketi getirmedi mi?

Depremde ölen insanlarımızın asıl ölüm sebepleri deprem değil, deprem olma ihtimalini bile bile çürük binalar yapan insanların zihniyetidir…

Dünyadan nasibini unutmadan, ahiret için yaşamayı öğrenmedikçe, başımıza bela ve musibet gelmesinin önüne geçemeyiz vesselam…

 

 

Diğer Yazılar