HAZİNE ÜSTÜNDE OTLAYAN…
Dünyada Türk Milleti kadar zengin tarihe, kültüre, sanata ve medeniyet birikimine sahip başka millet var mıdır acaba?
Belki Asya milletleri arasında Çin ve Fars milletleri bizim kadar zengin bir geçmişe sahiptir.
Ancak dünyada kendi geçmişinden, tarihinden, kültür ve sanatından, medeniyetinden bizim kadar habersiz millet olmadığı kesindir.
On sene kadar önce merhum fikir adamı, romancı ve yazar Mehmed Niyazi Özdemir, Türk Edebiyatı Vakfı’nda yaptığı bir konuşmada, “Biz hazine üstünde otlayan katır sürüleri gibiyiz,” demişti.
Belki ilk bakışta çok ağır gibi görünen bu ifade, ne hazindir ki büyük ve acı bir hakikatin ifadesiydi.
Zaman zaman yazdığımız üzere bütün meslek hayatımızı İstanbul’da yaşadık ve uzun yıllar boyunca kültür ve medeniyetimizi araştırıp, sahip olduğumuz hazinenin büyüklüğünü fark ettikçe, hayranlığımız ve hayretimiz sürekli arttı, Zira kültür sanat hazinemiz ucu bucağı olmayan bir okyanus gibi yaklaştıkça kaçan bir ufuk taşıyor.
İstanbul, kültür ve medeniyetimizin en güzel eserlerinin toplandığı bir payitaht olması hasebiyle, “sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” şehrimizdir.
İstanbul’u sadece camilerden ve medreselerden ibaret görmek de bu harikulade şehri anlamamaktır.
Medeniyetimiz, insanımızın dünya ve ahiret saadetini gaye edinmiş ve bu gayeye ulaşmak için asırlar boyunca her sahada eserler vermiş, insanlar yetiştirmiş ve tabiri caizse, insanları cennette ebedî hayat yaşamaya hazırlayan bir medeniyettir.
Fani dünyayı, inşa ettiği mimarî eserlerle cennete çeviren medeniyetimiz, insanımızın ruh ve gönül dünyasını inşa etmek için de şiir ve musikide şâhika eserler ortaya koymuştur.
Hayatında İstanbul’u hiç görmeyen Fuzûlî gibi lirizmin aşılması en zor şairini yetiştiren medeniyetimiz, Yunus Emre, Bâkî, Nef’î, Nâbî, Nedîm, Şeyh Galib, gibi yüzlerce büyük şairi ve söz sultanını yetiştirerek, Türkçeyi dünyanın en mütekâmil lisanları arasına çıkarmıştır.
Abdülkâdir Merâgî’den Itrî’ye. Dede Efendi’den Sadullah Ağa’ya, Zekâi Dede’den Lem’î Atlı’ya yüzlerce bestekârın eserleriyle mûsikîmiz, batının bütün bestekârlarını kendine hayran bırakmıştır.
Bilmem dikkatinizi çekiyor mu? Bizim medeniyetimizde bazı Çelebi’ler vardır ki bunların yaptığı işler ve ortaya koyduğu eserler bütün bir medeniyetimizi kuşatmıştır. Anadolu topraklarında hâlâ sık sık okunan mevlid-i şerifin musannıfı, hadi şairi diyelim, Süleyman Çelebi.
İstanbul’un Galata Kulesi’nden uçarak Üsküdar Doğancılar’a konan Hezarfen Ahmed Çelebi. İnsanın uçma hayalini hakikate çeviren bu büyük adamın kadrini bilemedik, o ayrı fasıl…
Bütün Avrupa ve Osmanlı coğrafyasını gezerek cildler dolusu seyahatname yazan Evliya Çelebi ve ilim dünyamızın güneşi mesabesinde Kâtip Çelebi…
Roman, bize Batı edebiyatından geçmesine rağmen, 1960’lı yıllara kadar, Batı romancılarıyla boy ölçüşen çok kıymetli romancılarımız yetişti. Bilhassa Peyami Safa, Refik Halid Karay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Kemal M. Altınkaya gibi romancılarımızın eserleri, Türkçe’nin en mükemmel romanlarıdır.
Peki bütün bu bahsettiğimiz isimlerden haberdar olan ve eserlerini okuyan bugün kaç insanımız vardır sizce?
Kaç insanımızın evinde bir kütüphane ve kütüphanesinde bu yazarların eserleri vardır? Kaç insanımız klasik Türk Mûsikîsi dinlemekten büyük bir zevk alır?
Kaç insanımız İstanbul’daki tarihi eserleri, camileri, medreseleri, çeşmeleri, türbeleri, mezar taşlarını seyrederken rûhânî bir lezzet duyar. Kaç insanımız, hayatının merkezine kitabı koyuyor ve ilim, fikir, estetik anlayış sahibi olarak gelecek nesillerin hayırla anacağı insanlardan biri olmak için gayret ediyor.
Artık sanki toprak altında kalmış kadar yabancılaştığımız kültür ve medeniyetimiz, bu eserleri üreten insanlarımızın mesut birer hayat sürmesinin yegâne sebebiydi. Bu eserleri ortaya koyan büyük sanatkârlarımız ve bunları takip eden, okuyan, dinleyen, seyreden veya takip eden insanlar dünya hayatının bütün hayhuyundan uzaklaşıp, sanki ölmeden önce ölümü tadıp cennet hayatı kadar huzurlu bir hayat sürüyorlardı.
Peki bugünkü insanlarımızı mutlu eden nedir? Akıllı telefonlardan ne idüğü belirsiz müzikler dinlemek ve filmler seyretmek.
İki ayı aşkın bir zamandan beri İstanbul’dayız ve hemen her gün toplu taşıma vasıtalarıyla geziyoruz. Seyahat eden binlerce insan arasında elinde kitap olan ve okuyan o kadar az insan görüyoruz ki… Herkesin, 7 yaşından-80-90 yaşına kadar hemen bütün insanlarımızın elinde telefon, sürekli ona bakıyorlar. Bazen göz ucuyla ekranlarına bakıyoruz… Birçoğu film seyrediyor veya oyun oynuyor.
Bizim kadar ömrünü boş işlere harcayan ama hayattan sürekli şikâyet eden bir başka millet var mıdır bilmiyoruz…
Ne yapacağız böyle? Bu halde daha ne kadar devam edeceğiz. Bu kültürsüzlük, bilgisizlik, tembellik, sürekli şikâyet bizi nereye götürecek?
Sosyal medyada “millet aç” sloganları atanların ellerindeki akıllı telefonların en ucuzu belki 20 bin lira. Ama onlara göre “millet aç”. Kendi ruhlarının ve beyinlerinin açlığının farkında olmayan insanlar, midelerinin açlığına kafayı takıyor ve bunun da farkında değiller maalesef.
Bu sosyal kırılmanın akıbetinin ne olacağını kestirmek maalesef çok zor görünüyor.
Zira bilhassa gençlerimizin seyrettiği sapkın diziler ve filmler, onların cinsî tercihlerinde de büyük sapmalara ve kırılmalara yol açarken, inançlarında da sapmalara sebep oluyor.
Biz devlet ve millet olarak, kendi sosyal medya mecralarımızı, kendi film ve dizilerimizi üreterek, milletimizin ve özellikle gençlerimizin bunlara yönelmesini temin edemezsek, istikbalimiz gerçekten tehlikededir.
Bizden hatırlatması vesselam…
Diğer Yazılar