KÜLTÜR - SANAT VE İSTANBUL…

Bir milleti diğer milletlerden ayıran en mühim unsurlardan birincisi dil ise, ikincisi ürettiği kültür sanat ve medeniyet eserleridir. 

Medeniyetleri ortaya çıkaran metafizik, yani, milletlerin mensup oldukları dindir. Bugün dünyada varlığı bir şekilde devam eden dört büyük medeniyetten bahsedebiliriz. Birincisi İslam medeniyeti –ki maalesef yirminci asrın başından itibaren sürekliliği tehlikeye girdi-, ikincisi Hristiyan medeniyeti, üçüncüsü Çin medeniyeti ve dördüncüsü Hind medeniyetidir. 

İslam medeniyeti, Türklerin Müslüman olmasıyla dünyada en yaygın ve baskın medeniyet haline geldi. Türkistan’dan Avrupa içlerine kadar yayılan İslam medeniyeti, asırlar boyunca bütün insanlığı derinden etkiledi. 

İlk Müslüman Türk devletlerinin kurduğu büyük medeniyet, sayısız ilim, fikir ve sanat adamını dünyaya kazandırdı. Selçuklu ve Osmanlı’nın Batı’ya akan fetih hareketi sayesinde asırlar içinde üç kıtada Türkler tarafından kurulan İslam medeniyeti, yirminci asrın başlarına kadar hâkimiyetini sürdürdü. 

İslam Medeniyeti, her üç medeniyetle de tarih boyunca karşı karşıya kaldı ve hepsiyle iletişim içinde oldu. Hepsinden müspet veya menfi yönde etkilendi. Hindistan’da Babür Devleti, Hind medeniyetinin yoğun tesiri altında kalarak özgünlüğünden çok büyük tavizler vermesi sonunda, sömürgeleştirilmek suretiyle İngilizler tarafından tarih sahnesinden silindi. Bugün Hindistan’da yüz milyonlarca Müslüman yaşamasına rağmen, Hindistan devleti üzerinde bir etkilerinin ve ağırlığının bulunduğunu söylemek zordur. Ancak, Hindistan’dan koparak bağımsızlığını kazanan Pakistan ve Bangladeş, özünde Babür Devleti’nin bulunduğu bir medeniyet dairesi içindedir. 
İslam medeniyeti, Rusya ve Çin’in Türkistan’ı işgali yüzünden Asya’da büyük bunalımlar yaşadı.

Ancak İslam medeniyeti, en yüksek çağını Osmanlı asırlarında yaşadı ve Avrupa içlerine kadar hakim olarak, dünyaya İslam’ın adalet, hukuk, insanlık ve zarafet yüzünü gösterdi. Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü isimli meşhur şiirinde ifadesini bulduğu gibi “ardına çil çil kubbeler serpen ordular” İslam medeniyetini Viyana kapılarına kadar götürdüler. Ancak asırlar içinde Hristiyan medeniyetinin ürettiği teknoloji ve bilgiye mağlup olarak, Anadolu hudutlarına çekilmeye mecbur kaldı. 

İstanbul, İslam medeniyetinin on beşinci asırdan itibaren sürekli merkezi haline geldi. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesi ve büyük bir medeniyet hamlesi başlatmasıyla beraber İstanbul, ilimde, sanatta, fikirde dünyayı cezbeden bir şehir haline geldi. Osmanlı padişahlarının bizzat kendilerinin de ilim ve sanatla meşgul olması, ilim ve sanat adamlarını desteklemesi, devletin merkezi olan Topkapı Sarayı’nda Enderûn ve “Ehl-i Hiref” (Sanat okulu) açması, bu okulda sayısız sanatkârın yetişmesine vesile olması, İstanbul’un medeniyet ve kültürde önemini daha çok arttırdı. 

Osmanlı medeniyetinin gözle görünen somut eserlerini ve gözle görünmeyen soyut eserlerini meydana getiren sanat erbabının büyük çoğunluğu burada yetişti. 
Osmanlı Devleti, dini ve dinin en mühim kaynağı kitabı (Kur’an-ı Kerim) merkeze alan bir devlet anlayışına sahipti. Medeniyetini de kitaba uygun olarak geliştirdi. Bütün Osmanlı coğrafyasında şehirler, halkın fizikî ihtiyaçlarıyla beraber, manevi ihtiyaçları da göz önüne alınarak kuruluyor ve gelişiyordu. İslam’da temizliğe verilen önem hamamların yaygın olarak inşasıyla ortaya konulurken, öğrenmenin ve ilmin önemi medreselerle, kütüphanelerle, ibadetin önemi camilerle, hayırseverliğin ve paylaşmanın önemi imaretlerle, sebillerle, çeşmelerle ortaya konuldu. 

Medeniyetin kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in güzel yazılması için Hüsn-i Hatt sanatı, süslenmesi için tezhib ve ebru sanatları, korunması için cild sanatı gelişti. Okunması için kıraat ilmi ve mûsikî makamları gelişti. 

Hastaların tedavisi için şifahaneler açıldı. Bugün hastane denilen kurumların adı Osmanlı’da şifahane idi. Osmanlı, hayata hiçbir zaman olumsuz bakmadığı için, olumsuz kelimeleri de hayatta yaygınlaştırmadı.

İstanbul, bütün İslam medeniyetinin son beş asır boyunca en mühim merkezi oldu. İstanbul’a bağlı büyük şehirler de İstanbul gibi gelişmelere sahne oldu. Bağdat, Şam, Kudüs, Mekke, Medine, Kahire, Belgrad, Saraybosna, Prizren, Ohri, Varna, Edirne, Bursa, Manisa, Kütahya, Halep, Amasya, Tokat, Kastamonu, Antakya gibi Osmanlı coğrafyasının kadîm şehirleri, İslam medeniyetinin en güzel örnekleriyle süslendi. 

İstanbul, maalesef Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle, itici güç olma özelliğini ve başkentliğini kaybetti. Buna rağmen, bütün sanat ve kültür eserlerinin merkezi olma özelliğini korudu ve korumaya devam ediyor. 

Geçen hafta boyunca İstanbul’daki gezimizde kültür ve sanatımızı yaşatan büyük sanatkârlardan bazılarıyla tekrar görüşme imkânı bulduk.

Bunlar arasında ayaklı kütüphane Dursun Gürlek, Ebru sanatkârı Hikmet Barutçugil, Hattat Selim Türkoğlu, Ressam İlhami Atalay, otuz yılı aşkın dostluğumuz bulunan sanatkârlarımızdır. 

Hikmet Barutçugil, ebru sanatının yaşayan en büyük ustalarından biridir ve bu sene ellinci sanat yılını idrak ediyor. 1990’larda kurduğu Ebristan Sanat Evi’ni vakıf haline getirdiğini, bu sene ellinci sanat yılını bir büyük programla kutlayacağını öğrendik. 

Ebru sanatı, dünyada “Turkish Paper” (Türk Kâğıdı) adıyla meşhur bir süsleme sanatımızdır. Bilhassa Kur’an-ı Kerimlerin iç kapaklarında asırlar boyunca süsleme unsuru olarak kullanılan ebru sanatı, cumhuriyet dönemine Özbekler Tekkesi Şeyhi Edhem Efendi, Hezarfen Necmeddin Okyay ve talebesi Mustafa Düzgünman eliyle ulaştı. 
Ebru sanatı günümüzde Osmanlı asırlarından çok ileride bir seviyeye ulaştı. Hikmet Barutçugil, ebruda klasik üslubun dışında bir buluş yaparak, dünya sanat tarihi literatürüne “Barut Ebrusu” adıyla yeni bir tarzı hediye etti. 

Ebru sanatı, aynısını tekrar yapmak mümkün olmayan özgün bir süsleme sanatımızdır. Tarih boyunca kâğıt üzerine uygulanan ebru, Hikmet Barutçugil tarafından kâğıt dışındaki kumaş gibi satıhlara da uygulanmak suretiyle daha geniş bir kullanım alanı kazandı. Hikmet Barutçugil, tarih boyunca en çok özgün ebru eseri veren ve ebru sanatı üzerine en çok kitap yazan bir sanatkâr olarak da haklı bir şöhrete sahiptir. 

Ebru bugün dünyada, Türkiye’de gördüğünden daha fazla ilgi görüyor. Bu ilginin en mühim sebeplerinden biri Hikmet Barutçugil’in gayretleridir. 

Bizim milletimizin büyük çoğunluğu bugün ebru kelimesini hâlâ “kız çocuklarına konulan isim” zannediyor. 

İstanbul, milletimizin millet özelliğini korumasını ve gelecek nesillere taşımasını temin eden sanatlarımızın, kültür ve medeniyetimizin merkezi olma özelliğini taşıdıkça önemini hiçbir zaman kaybetmeyecektir. Yazık ki, devletimiz ancak son yıllarda Türk Milletini millet yapan bu kadîm sanatlarımızın kıymetini idrak etti ve bu sanatlarımızı yaşatan sanatkârlarımıza destek vermeye başladı.

Gönül istiyor ki Denizli Büyükşehir Belediyesi de, Hüsn-i Hatt, Tezhib, Ebru, Minyatür,  Çini, Cild, Ka’tı  gibi sanatlarımızı öğretmek üzere sanat merkezleri açsın, gençleri teşvik etsin, sergiler açsın. Eserler satın alsın ve bütün okullarımızın, devlet dairelerinin duvarlarını bu sanat eserleriyle süslesin. 
Unutmamalıyız ki, sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.

Diğer Yazılar