MİLLİ KÜLTÜRÜ KORUMAK…

Meslek alışkanlığından olsa gerek, gördüğümüz her şeye gazeteci gözüyle ve bakış açısıyla bakıyoruz. 

Annemizin yanımızda olması sebebiyle kurban bayramı boyunca kütüphanemiz ziyaretçilerimizle dolup taştı. Akrabalar ve dostlar hem annemizin elini öpüp duasını aldılar, hem de kütüphanemizdeki eserleri görme imkânı buldular…

Bu güzellik, bizim millet olarak yaşlılarımıza hürmetimizin hâlâ devam ettiğini göstermesi bakımından çok mutluluk vericiydi. Bayramlar, zaten böyle güzellikleri yaşamak ve korumak demek değil midir? 

Öbür taraftan da bayram tatilini vesile bilip sahillere akın eden ve bayram yapmak yerine tatil yapan insanların çokluğu da elbette gözlerden kaçmadı. Hükümetin, bayram tatilini 9 güne çıkarmasının bir sebebi de turizmin ve ekonominin canlanmasını temindir. 

Milletimizin değer yargıları ve geleneklerimize karşı tavırları maalesef her geçen sene olumsuz yönde değişiyor ve millî kültürümüzü meydana getiren örf, âdet ve geleneklerimiz birer birer kayboluyor. Köylerimiz millî geleneklerimizin son kaleleriydi ancak son yirmi yılda köyde yaşayan insanlarımızın oranı maalesef yüzde sekize düştü. Bu bilgiyi birkaç sene önce bizzat Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından işitince çok üzülmüştük. 

Bayramın ilk günü, köyümüzdeki camilerimizde bayram namazı kılındıktan sonra geleneksel olarak bayramlaşma merasimi yaptık. Belki otuz yıldan beri görmediğimiz köylülerimizi ve onların evlatlarını bayramlaşma sırasında görünce, köyümüzün ne kadar büyük bir göç verdiğini üzülerek gördük. Köy halkımızın dörtte üçü başta Denizli şehir merkezinde olmak üzere, ülkenin muhtelif şehirlerine dağılmıştı. 

Daha çok ekonomik sebeplerle yaşanan göç, beraberinde sayısız problemi de getiriyor. Öncelikle asırlık gelenekler, âdetler, güzellikler terk ediliyor ve yaşanılan şehirlerin umûmî alışkanlıkları kazanılıyor. Bu alışkanlıklar bizde yazık ki şehirlileşmeden ziyade, kimliğini kaybetme şeklinde tezahür ediyor.

Bizim Tavas Lisesi’nde öğrenci olduğumuz 1980’li yıllarda köyümüzün nüfusu bin 900-2 bin arasında değişiyordu. Köyde 7 bakkal dükkânı, 3 kahvehane mevcuttu. Köy okulu açıktı ve bizim mezun olduğumuz 1979 yılında köy okulunda 180 öğrenci vardı. 3 Caminin üçünün de imamları vardı ve camiler beş vakit cemaate sahipti.
Köylülerimiz arasında birinci dünya savaşı yıllarında doğmuş insanlar vardı ve bu insanların anlattıkları hikâyeler, bizim gibi meraklı gençlerin dikkatini çekerdi. Köy halkı arasında yardımlaşma, dayanışma, imece çok yaygındı.  Bizim çocukluk yıllarımızda köy mezarlığının etrafındaki duvarlar köy halkı arasında imece usulü örülmüş ve babamız merhum da hiç anlamadığı duvar örme işinde çalışmıştı da biz de kendisine ekmek götürmüştük. 

Yaz aylarında tarla işlerinde “değişik” yapmak en yaygın âdetlerdendi. Yani, bir köylünün tarlasındaki ekinin biçilmesi, tütünün kırılması söz konusu ise, diğer köylüler, önce onun işini görürdü, daha sonra da o kişi, kendisinin işini görenlerin işini görürdü. Böylece arada para alışverişi olmadan tarladaki mahsul kaldırılırdı. 
Elbette, “değişmeyen tek şey değişimdir.” Ancak, değişim müspet istikamette olduğu zaman millî kimliğimiz ve kültürümüz korunabilir. Aksi takdirde değişim, yozlaşma, kimlik ve kültür kaybına yol açmaktan başka işe yaramaz. Devletimizin yanlış tarım ve köy politikaları yüzünden köylerin boşalması kaçınılmaz oldu. Tavas Ovası gibi büyük bir ovanın mühim bir kısmına sahip olan Vakıf Köyü halkının zamanla şehir merkezine göç etmeye mecbur kalması da yanlış politikaların eseridir. Yazık ki bu manzara sadece bizim köyümüzde değil, bütün Türkiye’de yaşandı ve hâlâ yaşanmaya devam ediyor. Millî  geleneklerimizi, köylerde yaşatıyorduk da şehirlerde neden yaşatamıyoruz. Köyler küçük yerleşim merkezleri olduğu için halkın hepsi birbirini tanırdı ve bir itimat söz konusu idi. İnsanlar arasında dayanışma, borç alıp verme, düğünde, ölümde bir arada olma, sevincini, kederini paylaşma daha yaygındı. Şehirlerde bugün neden aynı dayanışmayı, yardımlaşmayı, hatta bayramlaşmayı göremiyoruz. Site hayatı yaşayanlar arasında bile bir yabancılık ve birbirinden uzak durma, birbiriyle tanışmama, selamlaşmama söz konusu. Milletin kimliğini korumanın en temel unsurlarından biri, ak günde, kara günde beraber olmak, yardımlaşmak, dayanışmak, sevincini ve kederini paylaşmak, fakir ve muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bütün bu güzellikleri kaybetmemizin sebebi nedir: “Bencillik.” 

Eskiden “Alman usulü” diye bir tabir vardı. Birkaç arkadaş lokantaya gidip yemek yedikten sonra herkes kendi hesabını öderse buna “Alman usulü” denirdi ve bizim milletimiz arasında bu şekilde bir anlayış çok ayıplanırdı. Bu tabirin tam karşılığı bencilliktir. Biz tarih boyunca hep kendimizden çok etrafımızdaki dostlarımızı, fakir fukarayı, ihtiyaç sahiplerini düşündük. Topkapı Sarayı’nın en dışındaki giriş kapısının solunda “Bütün mazlumların koruyucusu” yazar. Osmanlı padişahları tarih boyunca, dünyanın neresinde zulme uğrayan bir insan varsa ona sahip çıktı. Bizim milletimiz, padişahımızdan en alt seviyedeki insanımıza kadar, daima kendinden başkasını düşünen bir millettir. Elbette diğer dünya milletlerine baktığımız zaman biz yine bu özelliğimizi büyük ölçüde korumaya devam ediyoruz. 

6 Şubatta yaşanan depremin ardından millet olarak deprem bölgesinde yaşayan insanlarımıza hep beraber sahip çıktık. Ama galiba, biz musibetleri tez zamanda unutan bir özelliğe de sahibiz. Deprem bölgesinde yaşayan insanlarımızın ihtiyaçları bitmiş gibi bir tavır sergiler hale geldik. 

Uzun sözün kısası… Millî kimliğimizi korumanın yollarını yeniden bulup, gereken neyse yapmaktır. Daha ana sınıfına giden çocuklarımızın oyuncaklarını arkadaşlarıyla paylaşmasını öğretmekle işe başlayıp, kazancımızı biriktirmek yerine paylaşmayı insanımıza öğretmemiz gerekiyor. Elbette millî kimliğimizi korumanın tek yolu bu değildir. Milleti millet yapan güzelliklerimiz o kadar çok ki… Hepsini korumak, yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak en büyük görevimiz olmalıdır. Türkülerimizi, şarkılarımızı, halk oyunlarımızı, hüsn-i hat, tezhib, ebru, çini, minyatür, nakış gibi klasik sanatlarımızı, oymacılık, kakmacılık, hakkaklık, saraçlık gibi el zanaatlarımızı korumak da millî kimliğimizi korumanın yollarındandır. Mesela, yakın geçmişe kadar Denizli Kaleiçi’nde bakırcılar çarşısı vardı. Acaba bu çarşıya ve çarşıdaki zanaatkârlarımıza ne oldu?
Millî kimliğimizi koruma meselesi bir yazıya sığmayacak kadar uzun bir mesele. Gönlümüz istiyor ki bu yazıyı başta Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı dostumuz Osman Zolan  ve Valimiz Ali Fuat Atik bey okusalar da Denizli’de asırlar boyunca yaşayan kültürel değerlerimizi yeniden canlandırmak için faaliyete geçseler ne kadar güzel olur. 

Şehir merkezini sürekli yeni mahallelerle büyütmek yerine köyleri muhafaza etmenin çarelerini düşünseler ve gereken adımları atsalar büyük iş başarmış olurlar…

Diğer Yazılar