RÂMİ KÜTÜPHANESİ…
Büyük devletlerin, büyük kütüphaneler ve büyük laboratuvarlar kurarak, sürekli ilmî ve teknik araştırma-geliştirme içinde oldukları herkesin malumudur.
Allah’ın sıfatlarından olan “ilim”, müslüman olsun olmasın, çalışan her insana verilen, imandan sonraki en büyük nimettir. Kaldı ki iman etmek için de ilime ihtiyaç vardır. Zira Allah, kendisine tam olarak iman etmenin ancak çok derin bir bilgiyle mümkün olacağını, “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” ve “Allah’tan hakkıyla haşyet duyanlar (korkanlar, ürperenler), Allah’ın alim kullarıdır” ayetleriyle bize haber veriyor.
İlim öğrenmekten maksat insanlığa hizmet olduğu zaman, ilim sahipleri Allah katında en makbul insanlardır. Eğer ilim, insanlığa zulmetmek ve Yaratıcı’ya karşı gelmek maksadıyla öğreniliyorsa, bu ilim de sahibinin hem dünyasını, hem ahiretini mahveder. Kur’an-ı Kerim’de misal olarak anlatılan, “Kârun’un hikayesi” çok ibret vericidir.
Sahip olduğu hazinelerin sadece anahtarlarının “70 deve yükü” olduğu kitaplarda geçen Kârun, “Ben bu serveti ilmim sayesinde kazandım” diyerek, kibirlenir ve servetinden insanlığın faydası için harcamasını tavsiye edenlere kafa tutar. Kârun’un bütün serveti ve kendisi yerin dibine batırılır.
İslam’ın ilk asırlarında müslümanlar, ilmin kıymetini çok iyi anladı ve günümüze de ışık tutan sayısız buluşlar ve keşifler yaptılar.
Ne zaman ki ilim öğrenmeyi ve araştırmayı terk ettik, sürekli gerilemeye ve daha önce devletimizden çekinen milletlerin mukallidi olmaya başladık.
Son yıllarda ülkemizde çok güzel gelişmeler yaşanıyor. Bu gelişmelerin başında ülkemizin her şehrinde üniversiteler açılması ve bunlara paralel olarak ilmî araştırmaların yapıldığı kütüphane ve laboratuvarların da sayısının artmasıdır.
Bununla beraber, müstakil kütüphanelerin sayısı da hızla çoğalıyor. Bu güzel gelişmelerin meyvesini alabilmenin yolu, kendini ilme adayan insanlarımızın sayısının çoğalmasıdır.
İstanbul’a gidince geçen sene restore edilerek açılan Râmi Kütüphanesini ziyaret ettik.
Tabii Râmi Kütüphanesi, bir Osmanlı askerî kışlası olarak inşa edilmiş ve uzun yıllar kışla vazifesi ifa ettikten sonra ne hikmetse terk edilmiş, ardından en olmayacak bir iş yapılarak “gıda ve kuruyemiş toptancı hali” olmuş.
Böylesine muhteşem bir binalar topluluğunun hangi mantıkla toptancı hali yapıldığı ayrıca araştırılması gereken bir konudur.
Nihayet devletimizin aklı başına gelmiş ve 1700’lü yılların başında inşa edilen muhteşem eser, uzun süren bir restorasyonun ardından Türkiye’nin en büyük kütüphanelerinden biri olarak açıldı.
Kütüphaneyi tam olarak gezmek ve hangi kitapların bulunduğunu anlamak için en azından sabahtan akşama kadar vakit ayırmak gerekiyor. O kadar büyük bir bina ki, birkaç saat içinde geçip görmek ve yeterince bilgi sahibi olmak imkânsız…
Kütüphane, esasen bir kışla olarak inşa edildiği için, Osmanlı medrese mimarisinin çok büyük bir benzeri olarak, iç avlusu muhteşem bir genişliğe sahip. Dışarıdan bakıldığı zaman içeride nasıl bir hayat olduğunu kestirmek mümkün değil.
Zira bina bir kare veya kareye yakın dikdörtgen planla bütün avluyu çevreliyor. Binanın toplam uzunluğu belki iki kilometre vardır.
Bina, büyük kütüphane ve okuma salonları haline getirilmiş. Gezebildiğimiz kadarıyla, kütüphaneler, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite hazırlık, üniversite ve daha yüksek eğitim yapanlar için ayrı ayrı salonlar halinde hizmet veriyor.
Kütüphanenin 24 saat açık olması başka bir güzellik. Her yaştan insanın istifade edebileceği imkanlarla donatılmış. Esasen kütüphane, 2015 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Sapanca’da düzenlenen iki günlük bir çalıştay sonunda ortaya çıkan fikirlerle son şeklini almıştı ve bu çalıştaya biz de davet edilerek fikirlerimizi paylaşmıştık.
Salonlar halindeki kütüphanelerin raflarının henüz tam dolmadığını da söylememiz gerekiyor. Tabii bu kadar büyük bir kütüphanenin bütün raflarının kısa sürede dolmasını beklemek elbette mümkün değildir.
Kütüphane binasının üç asrı geçen tarihine ve binanın mimarisine baktığımız zaman, içeride çok eski kitapları görme arzumuzu bastıramadığımızı itiraf edelim. Gördüğümüz kitaplar, kütüphane binasının görüntüsüne çok uymayan kitaplardı.
Bir zamanlar kışla olan ve uzun yıllar ihmal edildiği için yıkılmaya yüz tutan binanın restorasyonu sırasında ortaya çıkan bazı objeler ve tarihi eserler de kütüphane içinde oluşturulan bir müzede sergileniyor. İçimizi acıtan bir eser, duvara raptedilmiş çok eski bir mezar taşı oldu. Sahibinin başından alınarak duvara demirlerle tutturulan mezar taşını okuyunca doğrusu o kayıp mezarda yatan insan için üzüldük. Bu manzara, bizim kendi tarihimize, kültürümüze, medeniyetimize ne kadar yabancılaştığımızı anlatması bakımından da çok hazin idi.
Yine artık olmayan bir çeşmenin kitabesi de müzede kırılmış vaziyette sergileniyordu.
Daha dün tarih sahnesine çıkmış, nevzuhur devletler kendilerine tarih uydurmak için sayısız yalanlar icad ederken, biz binlerce yıllık tarihimiz boyunca ortaya koyduğumuz harikulade eserleri kendi ellerimizle imha etmekten acaba nasıl bir zevk duyuyoruz.
Rami Kışlası’nın artık kütüphane olması ne kadar güzel ve sevindirici ise, bu muhteşem eserin çok uzun yıllar bakımsız kalması ve bir nevi yağmalanması o kadar içimizi yakan bir gerçektir.
İstanbul’a gidip de Rami Kütüphanesini ziyaret etmeden dönen insanlarımıza da acımamız gerekiyor. Zira Rami Kütüphanesi artık İstanbul’un sembol eserlerinden biridir ve böylesine muhteşem bir güzelliği görmeden geri dönmek akıllı insanların yapacağı iş değildir vesselam…
Diğer Yazılar