TÂRUMÂR BİR HAZİNE: İSTANBUL…

Dünyada İstanbul kadar hakkında yazı, şiir deneme, hikâye, roman yazılan başka bir şehir olmasa gerektir. Çünkü dünyada İstanbul kadar eski, büyük medeniyetlere başkentlik yapmış bir başka şehir yoktur.

İstanbul, 2 bin 600 yılı aşkın tarihiyle, üstünden çok altında hazineler barındıran, bütün dünya milletlerinin gözbebeği bir şehir. Tabii ki İstanbul en güzel halini Osmanlı asırlarında kazandı.

Fatih Sultan Mehmed Han’ın, bilhassa Latin istilasından sonra belini bir türlü doğrultamayan İstanbul’u fethedip Ayasofya’ya girdiği ve mabedin harap halini gördüğü zaman söylediği, Sadi- i Şirazî’ye ait meşhur bir beyit vardır. O beytin Farsçası şöyledir:

Perdedâr-ı mîkoned der kasr-ı kayzer ankebût

Bum nevbet mizedend der târem-i Afrasiyâb

Türkçesi şu mânâya geliyor:

Kayzer’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor

Afrasiyâb’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu

Fatih Sultan Mehmed Han, fethettiği İstanbul’un iki asırdan beri devam eden harap halini mamur etmek üzere kolları sıvar. Saltanatı döneminde hem kendisi hem de devrin devlet adamları çok sayıda mimarî eserler inşa ederler… Sonraki bütün Osmanlı sultanları ve devlet adamları İstanbul’a o kadar güzel ve çok eserler kazandırırlar ki asırlar içinde İstanbul, bir hayaller şehri güzelliği kazanır.

Avrupa’dan İstanbul’a ziyaret veya görev için gelen sayısız insan, İstanbul’u gördükleri zaman, tarifsiz güzelliklerini anlata anlata bitiremedikleri kitaplar, seyahatnameler, mektuplar yazarlar.

İstanbul, asırlar içinde bir kubbeler ve minareler şehri haline gelir. Bin 600’lü yıllardan itibaren İstanbul Sur dışına taşar ve Boğaziçi’nde İstanbul’un inceliklerinden ve güzelliklerinden sanki daha ince ve güzel bir medeniyet teşekkül eder. Sahilin iki yakasında inşa edilen ahşap yalılardaki hayat, zarafet ve incelikte İstanbul minareleriyle yarışır hale gelir.

Hazin ki Osmanlı’nın fakir düşmeye başlamasıyla beraber önce Boğaziçi medeniyeti ihmale uğrar ve sonra da Sur içindeki tarihi eserler az da olsa fakirlikten nasibini alır. Ancak İstanbul, hiçbir devirde son bir asırda yaşadığı yıkımı yaşamadı.

Osmanlı asırlarında kurulan yüzlerce vakıf tarafından inşa edilen sayısız cami, medrese, sebil, mektep, çeşme gibi eserler, vakıfların lağvedilmesiyle sahipsiz kaldı ve sayısız eser, yok fiyatına birilerine satıldı veya yıkılıp yok edildi. Bir kısmı da bilhassa 1940’lı ve 1950’li yıllarda yapılan güya imar çalışmaları esnasında yerle yeksan edildi. İstanbul’da kurtulmayı başaran tarihi eserler de uzun yıllar harap halde insaflı eller tarafından kurtarılmayı ve yeniden hayata döndürülmeyi bekledi. Bilhassa medreseler, sebiller, çeşmeler, sahipsizliğin faturasını çok kötü ödedi.

İstanbul’u 36 seneden beri geze geze bitiremedik. Yahya Kemal’in meşhur şiirinde dediği gibi;

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer

İstanbul, hoyrat eller tarafından sanki kasten yıkılmaya, yok edilmeye zorlanmıştır. Müslüman Türk Milleti’nin 5 asır boyunca nakış nakış öldüğü, taş taş hayat verdiği İstanbul’dan geriye kalanlar, yıkılan ve yok olanların yanında o kadar az ki…

İstanbul’u her seferinde ilk defa geziyor gibi heyecan duyarak gezerken, epey zaman önce gördüğümüz Şehzadebaşı Camii’nin yanındaki Burmalı Mescid’i ziyaret edelim dedik. Yazık ki cami kapalıydı. Caminin tarihi hakkında dikilen kitabesinde 1540 yılında Osmanlı’nın Mısır Kadısı Emin Nureddin Osman Efendi tarafından inşa edildiği, 1940’larda Atatürk Bulvarı açılırken, etrafındaki binaların yıkıldığı ve caminin de 1930’lardan itibaren harap hale gelip ancak 1955 yılında tamir edilerek yeniden ibadete açıldığı yazıyordu.

Yazık ki yakın tarihimizde bu mescidin etrafındaki binaların başına gelen gibi sayısız örnekler var. İstanbul, târumâr edilmiş bir hazinedir. Biz İstanbul’u gezerken, yabancı turistler de bizim gezdiğimiz tarihi eserleri geziyor ve dikkatle inceliyordu. Turistlerin büyük çoğunluğu bizim medeniyetimizi ve tarihimizi, bugünümüzden ve son yüz yılda inşa ettiğimiz binalardan daha çok merak ediyor. Zira bizim son asırda inşa ettiğimiz ve gelecek asırlara bırakabileceğimiz o kadar az eserimiz var ki…

İstanbul, Türk’ün ruhunun şehridir… Türk’ün taşa ve ahşaba geçirdiği ruhunu yok etmek için birileri neden bu kadar gizli açık mücadele eder anlamak imkânsızdır.

Bugün yapmamız gereken nedir diye sorulursa deriz ki…

Bütün öğrencilerimiz daha ilkokul, ortaokul ve lise yıllarında İstanbul’da haftalar süren gezi programlarına katılmalıdır. Devletimiz, tarihini, kültürünü, medeniyetini, dinini, dilini, yeni nesillerimize öğretmek için İstanbul kültürünü bütün okullarda ders olarak okutmalıdır.

Bütün öğrencilerimiz İstanbul’un mimarisini, musikisini, Türkçesini, âdâb-ı muaşeretini, zarafetini, kibarlığını, inceliğini kesinlikle öğrenmeli ve hayatları boyunca tatbik etmelidir.

Zira insanımız bilhassa son yıllarda o kadar kaba, o kadar bencil, o kadar tahammülsüz, o kadar Türkçe’den habersiz hale geldi ki, millet olarak, eski İstanbul beyefendi ve hanımefendilerinin hayat tarzlarını öğrenmemiz ve yaşamamız şarttır.

Zira İstanbul dışındaki hayatımız maalesef çok fazla taşralıdır ve insanımız bir taşralı gibi yaşadığının asla farkında değildir vesselam…

Diğer Yazılar