YAYIN DÜNYAMIZIN AHVÂL-İ PERİŞÂNI…

Geçen hafta içinde, Pamukkale Üniversitesi’nde memur olduğunu söyleyen Turgutoğlu Kerim Çıralı, yeni kitabının tanıtımı için Denizli Gazeteciler Cemiyeti’nde basın toplantısı düzenledi. Biz de mevzu kitap olunca takip edelim diye gittik.

Kerim Çıralı Bey bugüne kadar beş kitap yazmış ve kendi imkânlarıyla yayınlamış. Son kitabını da ancak yine kendi imkânlarıyla 100 adet bastırabilmiş. Basın toplantısı yapmasındaki asıl maksadının kamuoyunun ve özellikle yayıncıların dikkatini çekmek, kitaplarını yayınlayacak bir yayınevi bulmak olduğunu söyledi.

Kerim Çıralı’nın bu haklı serzenişini dinleyince yayın dünyamızın genel olarak nasıl bir halde bulunduğunu ve bu kötü gidişin nasıl durdurabileceğini gündeme taşımak istedik.

Son yıllarda ülkemizde yaşanan ekonomik kriz her sahayı etkilediğinden daha fazla, yayıncılığımızı ve kitap dünyamızı etkiliyor. Türkiye’de halen faaliyette olan kaç kâğıt fabrikası var bilmiyoruz ama duyduklarımız doğru ise kâğıdı ithal ediyoruz ve ithal kâğıt çok pahalı olduğu için yayıncılar, kitap basmaktan mümkün olduğu kadar uzak duruyor.

Bizim aktif gazetecilik yıllarımızda yayınevleri, beğendikleri ve satacağına inandıkları yazarların kitaplarını basarlar ve yazara, kitabın satış fiyatı üzerinden yüzde 5 ilâ 15 arasında bir telif ücreti öderlerdi. Yazarlar da emeklerinin karşılığını tam olmasa bile almış olurlardı.

Bilhassa corona salgınının ardından başlayan ekonomik krizle beraber kitap fiyatları hızla artarken, birçok yayıncı, yazarından parasını da alarak kitap yayınlama yoluna gitmeye başladı.

Bir yazar, en az altı ay veya bir sene yazmak için uğraştığı kitabını yayınlatabilmek için üstüne para veriyor. Bir de yazarın şöhret sahibi olmaması ve sık sık televizyonlarda, sosyal medyaya görünmemesi gibi bir durum söz konusu ise bastırdığı kitabı satması ve verdiği parayı geri kazanması çok daha zor hale geliyor.

Bütün bunların üzerine, bizim milletin ekseriyetinin kitap okumadığı ve sosyal medya çıktığından beri okuma oranlarının daha çok düştüğü gerçeğini göz önüne aldığımız zaman, yazar olmanın bu ülkede hiçbir karşılığının bulunmadığı daha acı şekilde ortaya çıkıyor.

Elbette yayınevleri de ticari kuruluşlardır ve kitaplarını satabilecekleri yazarların eserlerini basmayı tercih etmeleri anlaşılır bir durumdur. Ancak, kültür ve kitap, sadece ticari bir meta olarak algılandığı müddetçe bu ülkede yazar veya şair olmanın hiçbir kıymeti kalmayacaktır.

Devletimizin 1990’lı yıllarda Kültür ve Milli Eğitim Bakanlıkları aracılığıyla çok kitap bastığını, kütüphanemizde bulunan kitaplarından hatırlıyoruz. Son yirmi yıldan beri Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Milli Eğitim Bakanlıklarının kitap basıp basmadığını bilmiyoruz. Zira bu bakanlıklarımızın İstanbul Cağaloğlu’nda bulunan kitap satış mağazaları kapandı. Bildiğimiz kadarıyla halen Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi devlet kurumlarımız kendi sahalarında klasik eserler yayınlıyorlar.

Yayın dünyamızın ahvâl-i perişânı böyle devam ederse, yakın bir gelecekte bu ülkede kültürden, sanattan, edebiyattan, şiirden bahsetmek masal olabilir.

Devletimiz en kısa zamanda bu ülkedeki yayıncıların ve kültürümüzün hizmetine sunmak üzere yeteri kadar kâğıt fabrikası açmalıdır. Yurt içindeki ormanlarımızı kesmemek için kâğıt fabrikalarını kapattıysa yanan milyonlarca hektarlık ormanlarımızı nasıl izah edebiliriz.

Kâğıt bu ülkede, ekmek, su gibi en hayâtî ihtiyaç olarak görülmediği müddetçe, insanlarımızın midesinden başka bir şey düşünmemesi gayet normaldir.

Türk insanının evinde her türlü konfor bulunur da kitap ve kütüphane bulunması bir istisnadır. İnsanımız ve bilhassa ev hanımlarımız kitabı sanki evin ikinci hanımı veya evde eskilerin tabiriyle “kuma” gibi gördükleri için eve kitap aldırmamak için ellerinden geleni yaparlar.

85 milyon insanın yaşadığı ülkemizde yılda en az 850 milyon kültür kitabı satılmalı ve evlere girmelidir. Zira bu rakam ülkede yaşayan her insanın yılda on kitap okuması demektir. Ancak maalesef yılda bir kitap okumayan milyonlarca insanımız var. Bu hallerinden de asla rahatsızlık duymuyorlar.

Halbuki kâğıt ve kitap, bilhassa İslam dünyasında tarih boyunca büyük hürmet gören bir malzemedir. Çünkü kâğıt, ilmin ve kültürün nesilden nesile aktarılmasını sağlayan yegâne vasıtadır. İmam-ı Âzam’ın kâğıt imal edilen tarafa doğu ayağını uzatıp yatmadığını daha ortaokul yıllarında duymuştuk. Üzerinde besmele yazan bir kâğıt parçasını yerde bulup aldığı ve öpüp başına koyduğu için Allah’ın veli kulu olan Bişr-i Hafî Hazretlerini bu milletin evlatları pek bilmiyor.

Bize yıllarca Osmanlı Cihan Devleti’nin matbaayı getirmediği ve gerici bir devlet olduğu anlatıldı. Halbuki Osmanlı Devleti’nde binlerce hattat, yüzlerce yıl, kâğıda yazı yazarak hayatını kazandı. İstanbul’da Kâğıthâne adında bir ilçemiz var.

Dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, bu teknoloji elektriğe mahkûm olduğu müddetçe, kâğıt kıyamete kadar en kıymetli kültür ve bilim taşıma aracı olarak kalmaya devam edecektir.

Büyük devletler kültür ve medeniyetlerini başkalarına da dolaylı veya dolaysız olarak benimsetmeye çalışır. Zira medeniyetler güçlüden zayıfa doğru akar.

Hal böyle olunca büyük devletler, kültür ve medeniyetlerini anlatan kitapları çok farklı yabancı dillerde basarak, dünyaya en uygun fiyata ve hatta mümkünse ücretsiz olarak dağıtmalıdır ki, büyük devlet olduğu anlaşılsın.

Buna bir misal vererek yazımızı bitirelim.

1990 yılında olmalı. Ziyad Ebuzziya merhum, Marmara Üniversitesi İbrahim Üzümcü Kültür Merkezi’nde konferans verdi ve konferansta şu mealde bir tarihi hadiseyi nakletti.

“Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin 1915’te soykırım yaptığını dünyaya kabul ettirmek için 40 milyon kitap basıp dağıttılar. Dünya bu yalana böylece inandı…”

Bilmem ne demek istediğimiz anlaşıldı mı?...


 

Diğer Yazılar