YETİŞ EY KİMSESİZLER KİMSESİ…

Şair Dede Ömer Rûşenî’ye (ö. 1487)  ait olduğunu zannettiğimiz şu beyit, soykırımın devam ettiği Gazze’nin feryadı olarak yazılsa yeridir.

“Kimsesiz hiç kimse yok, her kimsenin var kimsesi

Kimsesiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesi”

Siyonist İsrail’in Gazzeli Müslümanlara soykırımı devam ederken, başka mevzulardan bahsetmek, bizim Denizlililerin dilinden sık sık duyduğumuz, “kiminin evi yanar, kimi saplık üter” sözüne benzer.

Yazık ki 3 aydan beri devam eden soykırım neredeyse gündemden düşmeye başladı. İsrail, dünyanın tepkilerine hiç kulak asmadan katliama devam ediyor.

Necip Fazıl’ın meşhur şiiri Çile’de geçen şu kıta da dünyanın ve insanlığın halini anlatması bakımından ne kadar mânidardır.

Bu nasıl bir dünyâ, hikâyesi zor;

Mekânı bir satıh, zamânı vehim.

Bütün bir kâinat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.

 

Gazze için dua etmekten ve yürüyüş yapmaktan başka hiçbir şey yapamamak o kadar ağır bir ıstırap ki…

 

Binlerce yıldan beri mazlumların sığınağı olan bir milletin soykırımı sadece seyretmesi, o milletin idarecileri başta olmak üzere tamamı için züldür, felakettir.

ABD’nin Siyonist dışişleri bakanının Türkiye’ye gelip, Cumhurbaşkanımız ve Dışişleri Bakanımızla görüşmesi, hiçbir netice vermiyorsa, bizim de her hafta burada feryad etmemizin aslında hiçbir kıymeti yoktur. Ama biz, vicdanımızın sesini kısamadığımız için yazmaya devam ediyoruz.

 

Yaklaşık üç haftadan beri İstanbul’dayız ve geçen hafta Gazze’deki soykırımı durdurmak için düzenlenen eyleme katılarak biraz ümitlendik. Yazık ki, dünyadaki vicdan sahiplerinin tepkileri ve eylemleri, katillerin vicdanlarına hiç tesir etmiyor. Üç aydan beri 23 binden fazla insan şehid edildi ve soykırımın daha ne kadar devam edeceğine dair hiçbir bilgi yok.

Duamız odur ki, şehidlerin âhı Allah’a ulaşsın da Rabbimiz Kahhâr ismiyle katilleri kahreylesin.

***

İstanbul’da yaşadığımız yıllar boyunca, Yahya Kemal’in, “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” dediği bu şehri adım adım keşfetmeye asla doyamadık.

Atalarımız nasıl insanlar imiş ki, bütün mimari eserlerde bir incelik, zarafet, ihtişam ve huzur veren güzellikler bulunuyor. En küçük mezar taşından, muhteşem Süleymaniye Camii’nin kubbesindeki alemine kadar her zerrede ayrı bir güzelliği ortaya koymuşlar. Kıymetsiz hiçbir eser mevcut değil.

Süleymaniye Camii, hemen her fırsatta ziyaret ettiğimiz, muhteşem kubbesi altında namaz kılmaktan huzur bulduğumuz bir ulu mabed. Fakat bu mabedin bilhassa kapılarının üzerindeki bazı kitabelerin zamanla ortadan kaybolduğuna şahit olduk. Bu kitabeler nasıl kayboldu, kimler alıp götürdü, cevabını hiçbir zaman bulamadık.

Bizim İstanbul’a ilk geldiğimiz 1987 yılında Karacaahmet Mezarlığı’ndaki kabirlerin büyük çoğunluğu Osmanlı mezar taşları ile doluydu. Aradan geçen 36 senede belki binlerce mezar taşının yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu gördük. Acaba bu mezar taşları nereye gitti. Nasıl gitti, kimler götürdü?

Eyüp Sultan Camii’nin hemen yakınında bir eski hazire ve içinde “Dersaadet Vakfı’nın kullandığı sıbyan mektebi var. Haziredeki çok sayıda tarihi değeri olan Osmanlı mezar taşları kırılmış ve yerlerde yatıyor. Kasten kırıldıkları o kadar belli olan bu mezar taşlarını kimler, neden, nasıl kırdı? Kimse kırılırken görmedi mi? Devletimiz bu kadar kıymetli eserleri neden koruyamadı?

Gazeteciliği bütün ruhuyla yaşayan bir insanın, şehrin güzelliklerini gördüğü kadar, maruz kaldığı kötülükleri de fark etmesi de çok tabiidir. Gazeteci, hayata aykırı bakan, yanlışları da doğruları da gören ve söyleyen/yazan insandır. Meslek hayatımız boyunca İstanbul’da gözlerden kaçan güzellikleri görüp haberleştirdiğimiz gibi, yanlışları da, kötülükleri de, şehrin uğradığı zulmü de yazmaktan geri durmadık.

Dün ikindi vakti Vezneciler’deki kiliseden çevrilmiş Kalenderhane Camii’ne uğradık ve caminin kubbesinden yere taş düşme tehlikesi olduğu için sadece giriş kapısına yakın dar bir alanda cemaatle namaz kılındığına şahit olduk. Bu manzara geçen sene uğradığımızda da aynıydı. Bir seneden beri acaba neden bir restorasyon çalışması başlatılamadı, diye düşünmeden edemedik.

Geçen ay, Anadolu Ajansı’nın 10 sene kadar hizmet binası olarak kullandığı, 1972 yılında inşa edilmiş Tercüman binasının yıkıldığını üzülerek öğrendik. Geçen hafta da yanından geçerken bizim üniversite tahsilini yaptığımız İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi binasının yıkıldığını üzülerek gördük. Ve yine İstanbul Üniversitesi’nin Mediko-sosyal Binası olarak kullandığı binanın da yıkıldığını görünce, nice hatıralarımızın yerle yeksân olduğunu anladık.

Atalarımız ne kadar imara ehemmiyet verdiyse biz de galiba yıkmayı seviyoruz. Yıktıklarımızın yerine daha estetik, daha zarif binalar yapsak neyse ama maalesef çoğunda öyle olmuyor. Modern binalar yapıyoruz ama ruhsuz binalar olarak karşımıza çıkıyor.

Beğenmediğimiz atalarımızın bıraktığı eserler, turizmi ayakta tutan ve hayranlık uyandırmaya devam eden eserler… Hiçbir turist, yaptığımız modern binaları görmek için ülkemize gelmiyor. Zira onlarda bizden daha modernleri var. Her millet kendi ruhunun güzelliklerini eserlerine aksettirdiğine göre, bizim ruhumuz estetikten, sanattan, zarafetten mahrum olmalı ki modern adı altında ruhsuz binalar dikiyoruz…

Gelecek nesiller, 20. Ve 21. Yüzyıllarda Türklerin ortaya koyduğu hiçbir mimari eser olmadığını esefle yazacaklar gibi görünüyor.

Diğer Yazılar