ÇINAR’DA BİR GÜN BATIMI

(Auguste Dupin Denizli’de)

Paris’te yaşayan ilginç ve kendini dedektif değil de “çözümlemeci” olarak adlandıran dostum Auguste Dupin son olarak açıklığa kavuşturduğu Maria Roget’in Esrarı olayından sonra bana bir mektup yazmıştı. Mektubunda çok yorulduğunu, Denizli’de beni ziyaret ederek bir süre bu güzel şehirde dinlenmek, kırlarda yürüyüşler yapmak, akşamları ise Çınar’da çay içerek Denizlililerle çeşitli konular üzerinde konuşarak keyifli vakitler geçirmek istediğini söylemişti. Hayhay diyerek, gelebileceğini yazdım ona.

Dupin, cevabımı aldıktan iki hafta sonra Denizli’ye vardı. Onu gece saat iki sularında tren garında karşıladım. Elinde koyu renk cilalı bastonu, sırtında şarap kırmızısı pelerini ve ince uzun yapısı ile gardaki az sayıda insanın bir hayli ilgisini çekti.

Bir aya yaklaşan ziyareti kendi hedeflerine tam olarak ulaştı. Denizli’den ayrılırken dinç ve bilhassa zihinsel olarak yenilenmiş bir adamdı.  Paris’e döndükten sonra kamuya açık başkaca bir polisiye olay üzerinde çalıştığına dair haber alamadım. Daha doğrusu Dupin’den bir daha hiç haber alamadım. Geceleri mum ışığında düşünen ve sadece çözülemeyen olaylar üzerinde çalışmaktan hoşlanan bu nadide ve eksantrik insan umarım yaşıyordur ve durumu iyidir. Aşağıdaki yazı ise Dupin ile ziyareti esnasında Denizli’de gerçekleştirdiğimiz yürüyüşlerden birinde geçenlerin oldukça özetidir. 

Tugay Yolu

Güneş Karcı’nın ardından Denizli’ye yavaşça veda ederken, biz ağaçlardan süzülerek dükkanların camekanlarına ulaşan yanar ve yansırca ışık damlaları eşliğinde ilerliyorduk. Dupin şöyle dedi:

“Ne güzel bir semt. Bir tarafı askeri bölge olduğu için hep yeşil kalmayı garanti altına almış.”

“Sence bir semtin sadece bir yanının güzel kalması yeterli midir Dupin?”

“Sevgili dostum, hiç yoktan iyidir bu herhalde.”

“Hey Dupin, senden pek de beklenmeyecek siyasi ve yetingen bir cevap bu gari.”

“Hahaha, öyle diyelim, yerel ağızları öğrenmişsin besbelli, fakat siyaset hakkında ne düşünüyorsun?”

Biraz ötemizde; kollarını göğsünde kavuşturmuş bir kararlılıkla bizi bekleyen, berisini sarmış yeşilliklerle akşamüstü alacalığında görkemli ve dirençli bir uyum sergileyen Denizli Lisesi’ne takıldı gözlerim. Artık üç yanını saran yüksek binalara rağmen, köklerinden ve eserlerinden gelen sarsılmaz kendine güveni hemen hissedilen bu göz alıcı mimari abidenin önündeki meydandan sağa kıvrıldığınızda, iki yandan sizi sıkıştıran büyük apartmanların gözetiminde Çınar Meydanı’na inersiniz. Orada nereye bakarsanız bakın ya bir siyasi parti ya da onların bir teferruatını görmemek elde değildir. Dupin’e sıradan bir cevap vermenin saçma olacağını bildiğimden şöyle dedim:

“Siyaset felsefesi konuşmak çok sıkıcı olabilir sevgili Dupin. Fakat konuyu başka bir kanattan yorumlamam gerekirse, siyasi parti kavramının bazı açıkları olduğunu düşünüyorum. Çok uzun zaman boyunca görev yaptılar, güzel görevler ve işler de yaptılar. Fakat yaşamın geldiği şu aşamada, artık bizleri yönetecek insanların siyasi partiler gibi yapılara üye olmalarının zorunlu olması bana modası geçmiş bir alışkanlık gibi geliyor. Kişiler pekala kendi kampanya ve tanıtımlarını internet üzerinden kendileri yapabilirler. Yetenekli, mesleğinde başarılı ve eğitimli bir insan seçilebilmek için neden bir siyasi partinin üyesi olmak zorunda kalsın ki? Hele ki, kendisi kadar donanımlı olmasa da uzunca yıllar sırasını beklemiş ya da seçim kampanyası için maddi gücü çok daha yeterli olan bir başka insana şans verileceği o denli ortada iken… Yani siyasi partilerin egemen olduğu bir seçim sisteminde, aslında çok faydalı olabilecek insanlar, bu partilere üye değillerse bir şansları olmuyor; üye olurlarsa da partinin içinde kendi sıralarını uzun yıllar beklemek zorunda kalıyorlar; o da sıra gelirse ve kendi kampanyaları için harcayacak paraları varsa.”

“Hahaha, pek de ayrık bir düşünce. Fakat, değerler sistemini göz ardı etmiyor musun? Örneğin muhafazakar bir insan kendine uyan görüşleri savunan bir partinin adayına güveniyor, tabi  sol görüşlü bir insan için de aynısı tersinden geçerli.” 

“Sevgili Dupin, benim görüşüme göre, bir yönetici görevini ifa ederken kendi dünya görüşünü, tıpkı senin akşamları evde şu pelerini sırtından sıyırıp attığın gibi, terk etmelidir. O artık, bir kentin ya da bir milletin hem gündelik hem uzun vadeli ihtiyaçlarına göre düşünen ve hareket eden bir robot olmak zorundadır. Yani yöneticiler akıl ve mantık ilkelerine uygun hareket ettikleri ve denetlenebildikleri sürece, bir adamın suç teşkil etmemek kaydı ile hangi görüşten olduğu ya da neye inanıp inanmadığı halk nezdinde önemli olmamalıdır. Eh bu bilinç egemen olursa, siyasi partilerin senin ileri sürdüğün varlık sebebi de önemsizleşiyor, görüyorsun.”

Dupin hınzırca gülümsedi. Elindeki gül ağacından bastonunu keyiflendiği zaman yaptığı gibi ileri geri salladı.  

“Akıl ve mantık ilkeleri kişiden kişiye değişmez mi? Yani biri için öncelikli olan, ya bir diğeri için o kadar da önemli değilse?”

“Ah Dupin, çağdaş felsefenin avutucu uydurmalarına merak sardığını bilmiyordum dostum. Yer çekimi kanunu kişiden kişiye ne kadar değişirse, toplumun faydasına yapılacak işlerin önceliği de o kadar değişkendir.”

“Hahaha, Bayram Yeri’nde baston malzemeleri satan bir yer var demiştin, oraya uzanalım da, bir baston altlığı almak istiyorum.”

“Kapanmıştır orası; fakat biraz önceki sözlerim üzerine hiçbir şey söylemedin”.

“Esasen dostum, zorlu bir meseleye değindin. Fakat sana siyaset üzerine düşüncelerini sormakla hata benim. Bildiğin gibi Denizli’ye dinlenmek için geldim ve böyle dolambaçlı bir konu üzerinde düşünerek kendimi yormak istemem. Kusuruma bakmazsan, neredeyse ütopik düşüncelerine hiç odaklanmayıp Çınar’da mola vermek istiyorum”.

“Pekala, öyle yapalım, hayır hiç önemi yok.”

Çınar

Dupin’in düşüncelerimle ilgili yorum yapmaması canımı sıkmamıştı, çünkü bu adamın hiçbir şeyi yok saymamak gibi bir huyu olduğunu biliyordum. Burada bugün Denizli’de bu konuyla ilgilenmese dahi, aklının kendiliğinden çalışan karanlık dehlizlerinde bu düşünce habersizce tartılacak, ölçülecek, biçilecek ve mutlak bir gün daha gelişmiş ya da farklılaşmış bir şekilde bir yerlerde onun tarafından dile getirilecekti.

Çınar’a geldiğimizde güneş batmıştı ama ortalık ana baba günüydü. Meydan akşamın keyfini çıkarmak için gelen ve oturup birbirleri ile sohbet eden insanlarla doluydu. Denizlililerin bu sohbet ekinine ve merakına gerçekten gıpta ediyordum. Bu meydana tam da artık hava karardı ve canlılık bitti diyeceğiniz anda geliyorlar; banklara, çay bahçelerine veyahut kafelere oturuyorlar ve hem gündelik dedikodularını yapıp hem de ülkenin ya da dünyanın tüm meselelerini kendi bakış açılarına göre didik didik ediyorlardı. Yani birçok kentteki meydanların tersine, iş saatleri sona erdiğinde Çınar Meydanı’nın devinimi sona ermez, yeni bir fasıla yeni bir hareketlilik ortaya çıkar ve sanki bu canlılık yerden yükselerek bir tür başka güneş, özgün bir atmosfer yani bir ışık ve ses halesi oluşturur. Görülecek şeydir doğrusu. Daha da ilginci, belki de yüzyıllardır süren bu meydanı akşamları canlı tutma geleneği insanların zihinlerine bir resim nakşetmiştir. Demek istediğim, gecenin ilerleyen saatlerinde yani artık tek tük insan varken bu meydana inseniz dahi, o ıssızlıkta ıssız hissetmezsiniz. Sanki bir iki saat önce meydanı doldurmuş olan insanların hayalleri gayet canlı ortalıkta dolaşmaktadır ve aslında bomboş olan meydanda siz halen bir kalabalığın hararetli bir şekilde konuları ele aldığını, gülüp eğlendiğini sanırsınız. Sanki öyledir, de.

Fakat Dupin ile ben meydanın Çınar Camii önündeki bir bahçesine yerleştiğimizde kanlı canlı insanlar her yerdeydiler. Gelip geçenler garip sayılacak kıyafeti yüzünden ona ara ara bakıyorlar ve Dupin de tüm meydanı gözleri ile baştan sona süzüyordu. Çaycı bana başı ve bakışları ile arkadaşımı sorar gibi işaret edince ben de “Fransa’dan gelen birisi. Orada bir tür dedektif” diye yanıtladım. Dupin çaycı ile kısacık konuşmamızla ilgilenmedi. Çaycı da “vay be, değişik bir adam” diyerek başka bir masaya gitti. Denizli’de farklı insanlara mutlak az biraz şaşırarak bakılır tabi ama bu kentte fiziki farklılıklara çok da aykırı bir şeymiş gibi tepki vermemek geleneği var ve bu beni başlarda epeyi sersemletmişti. Zaman içinde bunun köklü bir ticari geleneğin doğal bir sonucu olduğunu anladım. Şehir o kadar uzun zamandır iç ve dış ticaretle uğraşmaktadır ki, insanları dünyanın her yerine gitmeye ve her yerinden gelen türlü türlü insanlar görmeye son derece alışıklar. Ayrıca, “biz işimize bakalım, onun bunun giyimine kuşamına odaklanmak gibi boş işler peşinde koşarsak, asıl işimizde yaya kalırız” cinsinden faydacı bir düşünceyi de geliştirmiş olmalılar.

Dupin aniden kalktı ve bana bir el hareketi ile meydanı biraz dolaşıp geleceğini anlattı.  Yürüdükçe salınan pelerini ile önce Filistin yardım çadırlarının yanına gitti, daha sonra SMA hastası bir çocuk için kurulmuş bir kampanyanın masasına uğradı, takiben barınak yasasını protesto edenler ve kadın cinayetleri ve toplumdaki şiddet sarmalı ile ilgili bilgilendirme yapanlar… Meydanın çeşitli yerlerindeki tüm bu protesto çadır ve masalarını dolaşarak, idare eder Türkçesi ile onlardan bilgiler aldı ve onlarla kısa süreler için konuştu (bu yazıda ben Dupin’in Türkçesini olduğu gibi değil düzelterek sizlere aktarıyorum). Daha sonra geri döndü ve çaycıya iki çay daha getirmesini işaret etti. Ben o esnada yan masada oturan Çivrilli bir teyze ile sohbete dalmıştım. Teyze bacaklarındaki ağrılardan hangi ilacı içerse içsin kurtulamadığından şikayet ediyordu.

“Tam da bundan bahsedecektim.” dedi eksantrik dostum. Teyze bu garip görünümlü ecnebinin kendine hitaben söylediği bu lakırdıya şaşırdı ve Dupin’e

“Ne demek istersin gari?” diye sordu. Çaycı da o arada gelmiş ve bardakları masaya koymuş ama bizi dinlemek için ayakta beklemeyi tercih etmişti. Dupin çayını yudumladı ve az sayıdaki dinleyicisi için şu sözleri sarf etti:

“Her bir protesto çadırı mevcut durumun ne kadar kötü olduğundan bahsediyor ve ağrı kesicileri göklere çıkarıyor. Bu çok doğal, bir sorun varsa onun olumsuz etkilerini gidermek zorunludur. Fakat toplumları saran bir hastalıktan bu şehrin de etkilendiğini görmek beni üzdü. SMA bağış kampanyasında çocuğu kurtarmak için para toplanıyor güzel ama SMA riski olan ailelerin çocuk yapmalarının ne korkunç bir hata olduğuna dair bir düşünce ya da konuşma yok; kadına şiddet çadırında ya da Filistin’e yardım çadırında ve hepsinde, konuştuğum hepsinde acıklı ve dramatik laflar ediliyor ama herkes sonuçlardan ve belirtilerin giderilmesinden dem vuruyor. Kimse bu sorunların temel sebeplerinin iyileştirilmesi ile ilgili bir düşünce ya da çabaya sahip değil. Söylediğim gibi, bu sonuçların halledilmesi tabi ki gereklidir fakat hastalık gördüğüm kadarı ile o noktaya gelmiş ki, bu toplumda sonuçların giderilmesi ile ilgili ağlamak ve üzülmek bir moda, bir tutku olmuş. Yani sebepleri bulup onları ortadan kaldırmak için çaba göstermek önemsiz ama sonuçları düzeltmek ve sonuçlar için duygusal ya da tepkili ya da hassas olmak daha makbul. Oysa bu geçici bir rahatlama sağlasa da faydasızdır; böyle boşa geçen her dakika temeldeki tehdit daha da güçlenir.”

Teyze bu sözler üzerine: “Doğru söyleyiveriyo gari, doktor bacaklarımın neden ağrıdığını bulamadıktan gayrı nice ilaç yazıvese işe yaramaz.” dedi. Dupin bu sözler üzerine:

“Ah sevgili büyükhanım, Fransa’da olsak elinizi öperdim ne de güzel anlamışsınız ve örneklediniz anlatmak istediklerimi.”

“Öp gari öp de alnına da goyuve Türk usulü” dedi. Dupin de aynen öyle yaptı. Çaycı  kaşlarını yukarı kaldırarak “akıllı adammış” demeye getirdi. Ben ise:

“Oo Dupin, Denizli’ye dinlenmek için geldiğini söylemiştin ama görüyorum ki konu ilgi çekici olunca çözümleme tutkun canlanıverdi” diye latife ettim. Dupin, yaklaşan kışın habercisi serin bir rüzgar Çınar Meydanı’nda dökülen yaprakları sağa sola savururken, gülümsedi, bastonunu müzikal bir sırada yere vurdu:

“Bu sene dedikleri gibi ayva çok, zirveler bembeyaz gelinlikler giyecekler kısa sürede ama ayvalar yere düşmeden toplamalı onları” dedi.

“Bu da ne demek şimdi?”

“Sevgili Murat, ayvalar yere düşmekten ne derece vazgeçebilirlerse…”

“…. Hah…. Sen yok musun Dupin, sen..”

Böylece oturup tüm horozlar gibi güzel bir akşamın tadını çıkardık;  dev uğultular ile çağıltıların hem sonu gelmez ıssızlıkların ortasında sevindirici bir imdat gücünde kurulmuş bu sihirli ve keyifli şehirde.    

Diğer Yazılar