DENİZLİ SOKAK LEZZETLERİ VE SOKAK HAREKETLERİ

Gene aynı ikilem. Bir yanda çok keyifli bir başlık ama öte yandan sevimsiz ve boğucu bir konu. Pekâlâ ikisini harmanlamak ne için? Öyle ya sevimsizi yaz kurtul, öbür hafta da Denizli sokak lezzetleri yazısını şen şakrak döktürürsün dağları izleyerek ve tıkınarak… Yok, illa huzursuzluk illa sabırsızlık… Şunu da baştan belirteyim ki, sokak lezzetleri ile ilgili yazarken tamamen kendi deneyimlerimi kullanacağım; fakat sokak hareketlerine dönük yorumlarım gazete ve televizyon haberlerinden takip edip öğrendiğim durum ve olgular kadarına dayanmaktadır. Neyse, başlayalım mı Karagöz’ün evini taşlayalım mı?
BÖREKÇİLER
Denizli’de gezerken kişi şunu bilmelidir ki, bu şehrin bir numaralı sokak yemeği gözleme ya da yerel deyişle börektir. Capcanlı bir büyük ağaçlı bulvarda, şık mağazaların ya da şehir ışıklarının yanı başında, yüksek katlı köhnemiş ama halen heybetli apartmanların arasındaki dar ve derbeder sokaklarda ya da ferah dağ yamacı semtlerinde, bittabi ki İzmir-Antalya yolu üstünde… Yani nerede olursanız olun Denizli’de bir gözlemeciye denk gelebilirsiniz. Bu işin kitabını yazmış bu kent. Ne Antalya ne Isparta ne de başka bir yerde, bir köy evinde kocamış o teyzeciğin tel dolabından çıkarıp da önünüze mutlulukla koyacağı kendine has kokulu gözlemenin tıpkısının aynısını bulamazsınız, Denizli maada. Çok eser miktarda yağ kullanarak, hamurun ve için ruhunu canlı tutmakta ne mahirler. Kişilerin damak tadına karışacak değilim ama ıspanaklı gözlemede peyniri olabildiğince az hatta hiç koymayan börekçileri ben daha çok seviyorum. Denizli’de gezerken işte…
Derken ilk Gezi hareketlerine bakıyorum. Ortaya çıkış özellikleri bu ikincisi ile benzerlikler taşımıyor değil. Yani hükümet bir üst aklı işaret ediyor olsa ve o üst aklın varlığını reddetmezsek dahi, toplumun belli kesimlerinin huzursuz olduğu bir takım gelişmelerin varlığı o günlerde kesenkes mevcuttu. Bu ikinci Gezi de ciddi toplumsal üzüntülerin sonrasında geldi. Ama ben sahaya yani daha basite bakmak istiyorum. İlk Gezi’de göstericiler gördüğümüz kadarı ile İstiklal Caddesi’ni ilk akşamdan işgal etmişlerdi. Çok ilginç bir şekilde emniyet güçlerine “Gezi Parkı’nı koruyun, İstiklal’i süpürmeyin” gibi bir şaşkınca emir verilmiş olsa gerek. Çünkü emniyet güçleri nihayet İstiklal Caddesi’ni geri almak için harekete geçtiklerinde, (televizyonlardan izlediğim kadarı ile) güneş doğayazıyordu ve hem tüm gece durumdan haberdar olan birçok insan hem de CHP Kadıköy mitingine niyetlenen herkes artık İstiklal Caddesi’ne, yani oradaki gençlere desteğe, akıyordu. Şimdiki Gezi ise daha yaygın bir fiziksel dağılım göstermekle beraber, o da 1 Mayıs üzerinden Taksim hedefine kesinlikle sahipti. Fakat çok ilginç bir şekilde, Z kuşağı Taksim’i ilk Gezi göstericileri gibi İstiklal üzerinden “önceden” kontrol etmeyi tercih etmedi. Ayrıca gene ilk Gezi ile ilgili anlatılanların aksine; Sıraselviler, Yüksek Kaldırım ve Tarlabaşı’ndan İstiklal’e açılan birçok küçük sokağı kullanmaktan da imtina edildiğini gördük. Bunların yerine, 1 Mayıs sabahı “az sayıda hepsi birden” onları bekleyen iyi hazırlanmış emniyet barikatlarının üzerine yürüdüler ve açıkçası madara oldular. Bu aslında beni çok şaşırttı; hemen önceki neslin kendilerine göre başarılı deneyimlerinin çıktılarını kullanmak yerine, acıya-aşık (mazohist) olmuş epeyi yaşlı ve lafazan solcu abi ve ablalarının biteviye aklına uymuş olsa gerek Z kuşağı, bah! O akıllı telefonlarına daha az bakıp, temel bilimleri ile klasik eserleri daha çok inceleseler hayatları boyunca onlara çok faydası olacaktır. Kendi başına durum paylaşımları ve dramatik görüntüler, taktik bir hedefe yönelmediği sürece pek bir anlam ifade etmez çünkü. Göstericileri böylece salt teknik yönden eleştiriyorum ama şunu da gözden kaçırmadım; Şişli yani Abide-i Hürriyet, Halaskargazi, Pangaltı, Harbiye ve Elmadağ üzerinden Taksim’e imkansız yürüyüş sırasında göstericilere ne CHP, ne DEM, ne TKP, ne TİP ve ne de diğer mangalda kül bırakmayan siyasi oluşumlar hiçbir destek vermediler. Bunu tarihe not düşelim, düştük.
PİDECİLER
Ve bırakalım şimdilik İstanbul’un ruhu asil ama artık sefil sokaklarını da, biz huzurlu ve refah Denizli caddelerine geri dönelim. Ne zaman bir arkadaşım veyahut ailemden biri beni ziyarete gelse hemen “burada ne yenir” diye sorar. Ben de derhal ve emin bir şekilde “pide” derim. “Aaa” derler hemen ziyaretçilerim, “pide ama her yerde var”. Eh horoz da her yerde var ama bir tek Denizli Horozu bayılana dek ötüyor. Bu aslında bana Osman Nuri Boyacı’nın şehre yabancı olduğum için şehrin özelliklerini bu kadar iyi gördüğüm şeklindeki açıklamasını da hatırlatmıyor değil. Gelgelelim, bu şehirde yaşayan tonla yabancı var ama gözleri bu kadar keskin ve dili böyle ışır ancak aralarında benim. Övünmeler ve böbürlenmeler faslını geçersek, hepinizin anladığı gibi, evet pide bu ülkenin her şehrinde var, var ama Denizli’deki gibisini bulun bulabilirseniz. Şu kadarını söyleyerek işi özete vurayım, Denizli’de yiyeceğiniz ince hamurlu veyahut Tavas işi kalın hamurlu pidenin bırakın lezzetini bir yana, masaya konulduğu anki sıcağı yani pideden yükselen buhar bile insanı kendinden geçirmeye yeter. Sanki o sıcaklık yemeğin lezzetinin görkemli bir açılışıdır ki, böyle büyük açılış nasıl desem ancak Çaykovski’nin Romeo ve Juliet uvertüründe hissedilebilir. Fakat insanların tecrübeye ve yerel tavsiyelere saygıları nedense artık pek yok. Ben ne kadar ısrar etsem de, onlar gider efendim internetten bulurlar bir sükut-u hayal patikası ve ona saparlar.
Dönelim o kötücül maviş limana. İlk Gezi hareketi sona erdiğinde yapılan açıklama ve haberlerden bir dizi olgu yakalamıştım. İlki, göstericilerin “tamam artık bu iş buraya kadar” yaklaşımıydı. Yani ilk Gezi hareketi sona ererken katılan ve destekleyen taraflar kendileri de noktayı koymuşlardı. Yapılacak olan yapıldı ve sonuç alındı gibi bir durum. İkinci olgu ise, ne göstericilerde ne de emniyet güçlerinde karşılıklı bir nefret veyahut düşmanlık hissiyatı hiç olmamasıydı. İlk Gezi’de göstericiler emniyet güçlerine “eh onlar da görevlerini yaptılar, bu insanlar sonuçta Türk polisidir ve bizim polisimizdir” şeklinde selam dururken, emniyet güçleri de yorgun bir gülümseme ile “çocuklarda enerji fazlası varmış, biraz antrenman biraz tatbikat yaptık, sonuçta bunlar bu ülkenin çocukları, doğru yolu bulacaklardır” gibi düşünüyorlardı. Ve sonuncu çıkarım da, ilk Gezi’deki göstericilerin hiçbirinin ülkeden ve vatandan geçmemiş olduklarına dair açıklama ve konuşmalarıydı. Bu belki de etkili bir sonuç alabildikleri için, hem ülkenin sahibi oldukları algısını geliştirmeleri hem de, bağlantılı olarak, ülkeye aidiyet hissetmeleri sonucunda ortaya çıkan bir duyuştu. Bunları yakalamıştım. Şimdi ben, her zaman olduğu gibi, okura ve ülkeyi yöneten kadrolara bırakıyorum yukarıda sıraladığım çıktıların bu ikinci Gezi hareketi sürecinde aynı mı farklı mı geliştiğine dair düşünme ve sonuç çıkarma işlemini. Evet karmaşık bir durum ama çorba ciddi bir iştir, devlet aklının bunları ciddi bir şekilde gözden geçirmesi zaruridir.
KELLE PAÇA
Yani Denizli’de bir kelle paça sorunumuz var. Kesinlikle her şehir her yiyeceği çok iyi yapacak diye bir kaide yok. Örneğin İzmir’in tüm Türkiye’ye yutturduğu ama gerçek İzmirlilerin çok iyi bildiği gibi aslında “fakir besini” olan boyoz, Denizli’de de çok iyi olmak zorunda diyemeyiz. İzmir de, örneğin, gözlemeyi bu kadar mükemmel yapamaz ve yapmak zorunda değil. Örnekler ve coğrafyalar çoğaltılabilir. Her şeyde olduğu gibi, bir yemeğin bir şehirde iyi yapılıp yapılmaması da ilgili kültürün orada kökleşmiş olup olmadığına dayanır. Çünkü ancak derin bir ekini üzerlerine pelerin gibi sarmış ustalar özel yöntemleri bilirler, yakın çevrelerine anlatırlar ve yenilere geliştirerek aktarırlar. Böylece yüzyıllara dayanan bilgi üstünlükleri oluşur şehirlerde. Ayrıca, benim sınırlı deneyimlerimle (yani altı üstü beş altı çorbacı ziyaretim ile) “bu şehirde iyi kelle paça yok” demeye hakkım da yok, orası da kesin. Bence vardır. Fakat çorba tüm ülkece sahiplenilmiş çok genel bir lezzet olduğu için gene de bu eleştirimi getiriyorum. Şu ana dek ben ne yazık ki iyi bir kelle paça içemedim. Genel yaklaşım çorbanın suyu ile et içeriğini hakkıyla bir arada kaynatmamak olduğundan, ortaya bir bileşke yani özleşmiş bir tat çıkmak bilemiyor. Çorbacılar da, “burada bu kültür yok, çorba kültürü yok” deyip işin içinden çıkıveriyorlar. Ben eminim mahcup olup çok iyi bir kelle paça çorbasına rastlayacağım fakat şimdilik öyle bir şansa sahip olamadım. Şunu da not düşeyim, iyi bir terbiyeye ya da terbiye olmasa da iyi bir kaynatmaya razıyım. Yoksa, ne İzmir ne başka bir yerde kolay kolay bulamayacağınız ayak (kemik değil, ayak yani PAÇA) artı dil, beyin, yanak bir arada GERÇEK KELLE PAÇA’yı hayal bile etmiyorum. Ama Horozlar aksi ve şaşırtıcı insanlar, belki de beni dumura uğratırlar.
ZİRVEDE BIRAKMALI
Daha yazılabilecekler olsa da, gelin bu yazıyı bitirelim artık. Nasıl bitirelim biliyor musunuz, haydi Göveçlik üzerinden Başkarcı’nın zirvesini gören zümrüt yeşili yükseltiye tırmanalım. Orayı biliyorsunuz değil mi? O kadar güzel bir ormandan çıkılan o kadar güzel bir seyirlik işte. İnsana hoş gelen, dost tavırlı, arkadaş canlısı göksel kayalardan biri. Hem orada Serkan Urgancı’nın şikayet ettiği ve benim de geçen yaz tecrübe ettiğim boğuntulu sıcak da yok. Şehrin hiç beklenmeyecek noktalarında aniden doğuveren cimcime pınarların asıl evi üstünde durduğunuz dağdır ve derinliklerdeki görünmez kademelerden akıp giden bu rakkase derecikler size o şahikada hoş serinlikler de üfleyerek selam ederler. Ama durun, hem ay hem de rahat battı. Sırtınızı Antalya istikametine verip yani Denizli şehrine gözlerinizi dikip, sonra da bakışlarınızı ovadan öte ve gökten yüksek lacivert bir ufka yöneltirseniz, önümüzde Uzun, Sıcak bir Yaz’ın (1958) bizi beklediğini görmemek elde mi?
Esen Kalın.
Diğer Yazılar