DENİZLİ’YE DÜŞÜŞ

Tesadüfler etkili ve bağlayıcı sonuçlar oluşturabiliyor. İç Batı Anadolu’da dağların arasında var olduğu söylenen şu sihirli kente ulaşmaya çalışıyordum. Şimdi düşününce; eğer bu dağ kızına tam aksi istikametten ulaşsam, o ruh hali ile belki de yönümü geri çevirirdim diye hayıflanıyorum. Neyse ki hem de oysa, ben karanlık ormanlarla dolu yükseltileri ve inişleri aşarak, tahminlerime göre güneşin çoktan battığı istikamete doğru ilerliyordum.

GEZGİN

Daha önce kendim de dahil başka gezginlerden kesinlikle var olduğunu duymuş olsam da, bu ifadeler kişinin uyku ile uyanıklık arasında gördüğü belirsiz, zayıf ama gene de bir tür inanışa yol açan siluetler gibiydi. Zorlu şartlarda yol alırken, hatırlayıp ama varabileceğinizden kesinlikle emin olmadığınız hedefler hakkında şüpheye düşmek kolaydır. İşte ben de karanlık ormanlara buzun göksel bir nefes olup yağdığı bir gecede, o tepeden şu vadiye ve şu kayalıktan gene başka bir tepeye akarken, Denizli şehrinin varlığından şüphe etmeye başlıyordum. Önümdeki son tepeyi de aştıktan sonra durmak ve güneş doğana kadar dinlenmek, ateş yakmak, etrafımı saran karanlıkta biraz olsun uyumak gibi düşünceler aklımdan geçiyordu. Tıpkı, uyumaması gerekip de “sadece bir saat uyuyacağım sonra kalkıp çalışacağım” diyen bir insanın kendini kandırması gibi. Her bir saat sonunda, “bir saat daha uyuyup bu sefer uyanacağım” diyerek tüm geceyi saati kura dinleye kura dinleye boşa harcayan o özge-sahtekar.

Tepeyi tırmanıp da ilerideki ışıltıları gördüğümde, yakınlara düşen bir yıldırımın etrafı aydınlattığı; hayır hayır daha iyi bir benzetme ile müthiş umutsuz olduğunuz bir durumda aklınızda çakan o şimşekle bir açarınızın olduğunu biliverdiğiniz delişmen ve civelek anın esrik çığlığı üzere, yorgunluk silinip gitti gözlerimden.

HAN

Biraz önce bahsettiğim umutla, fark etmeden aşmış olmalıyım ışıklarla aramdaki artık daha yumuşak eğimli araziyi. Sonra kendimi devasa bir karaltının, büyük bir dağ kütlesinin altında uzanan ovada buldum. Evler ovadan o dağa doğru yani yukarıya uzanıyordu. Şimdi bu yokuşu tırmanacaktım. Peki sonra? Bu yolculuk nerede bitecek? Onu sanki biliyor ama tam da hatırlamıyor gibiydim. Gene de, sanki, insanların genelinin huzur içinde uyudukları güzel evlerin arasından yukarı doğru tırmanırken nedense bir mutluluk, handiyse bir akarsu sesi ya da yağmur kokusu, hissediyordum. Artık dağın dibine o kadar yakınlaşmıştım ki, karanlık da olsa devasa yamaçtaki koruları ve kayalıkları görebiliyordum. Sonra, zirveden kopup salınarak ve süzülerek bir atkı gibi beni saran ipeksi ama buzumsu da rüzgar; evet o peri kulağıma “geleceğin yere geldin” diye fısıldadı ve havada iç içe geçen kedi merdiveni benzeri izli akisler oluşturarak uzaklaştı. Şimdi önümde üç katlı bir eski ama sağlam han duruyordu. İki katın ışıkları yanarken, bir kat tamamen karanlıktı. Burasıydı demek artık dinlenebileceğim yer. Peki hancı nerede ve atlar nereye bağlanıyor? Gerçi benim atım yoktu, yoksa var mıydı?

DENİZLİ’YE DÜŞÜŞ

İçeri girmeye çalışmak zor mu geldi ne, yani hanın bahçesine uyku tulumumu serdim. Güneş doğunca daha sağlıklı düşünürüm ama artık uyumalıyım diye karar vermiş olmalıyım. Ayakkabılarımı çıkarıp tulumun içine girdim. Yattığım yerden dağ görünüyordu ve gözlerim uykuya yenik düşerken ta yukarıda zirveye yakın noktalarda yağmaya başlayan kar tanelerini o kadar kesin görebiliyordum ki, sanki göksel balerinler benim güzel bir uyku çekmem için tabiatın somut ve soyut ögelerinden oluşan bir müzik eşliğinde harikulade bir gösteri icra ediyorlardı. Son düşündüğüm şey uyuduğum bu yerin havasının ne kadar da temiz ve tazeleyici olduğuydu. Taptaze ve düzgün devinimli.

Sabahın Kar Ecesi

- “Oğlum iyice deli misin sen? Neden evinde uyumadın, bahçede uyku tulumu ile uyumak da nedir? İyi donmadın tüm gece kar yağdı”

Gözlerimi açtım ve sese doğru baktım. Üst komşum Ulduz. Bahçe bembeyaz olmuştu, her yer tamamen karla kaplanmıştı. Ben de tabi. Son kez zırvaladım:

“Denizli’ye geldik mi? Beni Kervansaray’da indireceklerdi, söyle de unutmasınlar Ulduz.”

O yüksek sesle güldü, güldü; çok seri düşünen bir kız olduğundan durumu hemen yakalamıştı. Şöyle sordu:

“Hadi otobüsten nasıl indiğini hatırlamıyorsun, peki anayoldan buraya kadar nasıl geldin, onu hatırlıyor musun bari?”

Aa rezalet ve tamam, evimin önündeydim, gece kaçık efsunlu bir uyku-uyanıklık halinde ya da film kopması şeklinde Denizli’ye düşsel zaman geçitleri içinden yüzerek varmış, İzmir yolunda demek otobüsten inmiş (ya da atılmış) ve yürüyerek evimin bahçesine kadar gelmiş ama yukarı yani evime çıkamayarak bahçeye postu sermiş olmalıydım.

“Hay bin horoz adına Ulduz, şu elindeki sıcacık bir çay mı?”

Çay kupasını bana uzattı. Uzandım, gri dumanı tüten çaydan yudumlar aldım ve yavaşça tulumun içinden çıkıp kıçımın üstüne oturdum.  

“Ne güzel kar yağmış ya” dedim.

O da:

“Evet harika harika” dedi.

“Ulduz, başım çatlıyor ama güçlü hissediyorum; fakat Denizli’den ayrılmanın en güzel tarafı nedir biliyor musun?“

Sefil halime mütemadiyen gülerek

“Neymiş serseri?”

Bembeyaz devlerin avuçlarına serilmiş kekik gözlü ve kardelen bakışlı semt Kervansaray’ı soluyarak aklımdaki cevabın sağlamasını yaptım; emin olduktan sonra

“Denizli’ye geri dönmek” dedim.

“Ahh salak bir şair, hahaha!”

Çaydan bir yudum daha alarak ukala bir sırıtışla doğruldum.  Yukarı doğru göz kırptım, sanırım, oralardan bir atmaca da bana göz kırpmış olabilir.  

Eh nefis bir Denizli kış günü başlıyordu ve mutsuz olmak için herhangi bir sebep zaten olmadığı gibi artık hiç yoktu. Varsa bile şimdilik bana uğramamıştı.

Diğer Yazılar