DİK YÜRÜYEN KADINLAR ŞEHRİ

Denizli’ye yeni gelen bir İstanbullu veyahut Anadolulu şaşıracak az şey bulmaz. Bu alışılmadık seyirliklerden biri de dimdik yürüyen kadınlardır.

Sanıyorum, yaklaşık 850 sene önce Menderes Nehri’ni geçip Sarayköy üzerinden Denizli’ye girme planları yapan Haçlı Savaşçıları da, karşılarında kılıç kuşanmış Fatma Yıldız Hanım ve onun komuta ettiği askerleri sıra sıra dizilmiş görünce, benzer türden bir şaşkınlığa uğramış olmalılar.

Yıldız Hanım’dan gelen geleneğin gücü olsa gerek, bugünün Denizli kadını da Türkiye’nin hiçbir şehrinde göremeyeceğiniz bir özgüven, vakar ve sağlam adımlarla yürür.

Gerçek Kadın Hakları Savunusu

İstanbul, İzmir, Antalya ve birçok diğer şehirlerde gerçekleşen, televizyonlarda bol bol gösterilen kadın hakları yürüyüşleri, bisiklet sürüşleri, çeşitli ilginç ve dikkat çekici gösteriler ya da protestolar görmeye alıştık. Bunlar genel geçer güzel ve faydalı faaliyetler, devam etmeliler, fakat faydaları ne derece? Daha doğrusu şiddet gören ya da elinde ekonomik özgürlüğü olmayan kadınların veyahut da ailesinin cahilce kararlarına boyun eğmek zorunda kalan milyonlarca okumak/çalışmak isteyen genç kızın görüş alanına giriyor mu bu faaliyetler? Gösteri biter bitmez kafelerde (hiç de vurgulanan türden sorunları olmayan diğer kadınlarla) kahve ve karşılıklı tebrik muhabbetine konu olmaktan öteye gidemedikten sonra, biraz süs feminizmi seviyesinde kalmıyor mu? Bu tür bir faaliyeti Anadolu’da örneğin bir köyde yapamadıktan sonra, duyarlı ve kentsoylu bir sosyal sorumluluk sosu ile lezzetlendirilmiş şu gösterilerin çok da bir esprisi ve etkisi yok gibi geliyor.

Denizli’de ise işler öyle değil

Bu şehirde yukarıda anlattığım türden gösteri ve protestolar hiç yok demiyorum, tabi ki var. Fakat asıl kadın hakları savunusu hatta kadın egemenliği; şehrin sokaklarında, fabrikaların üretim hatlarında, dükkanlarda, pazarlarda, tarlalarda ve ziraat borsalarında, iş merkezlerinde ve modern ofislerde ve hiç abartmıyorum kaldırımlarda kurulan minicik tezgahlarda dahi (özetle her an her yerde) görülüyor. Denizli’de kadının kendi geçim gücünü çoktan eline almış bir birey olduğunu görüyorsunuz. Bununla yetinmeyip, o geçim seviyesini nasıl çok daha yukarı taşırım diye çabaladığını ve üzülüyorsa da “niye işlerimi daha da geliştiremedim” diye üzüldüğünü fark ediyorsunuz. Bu yüzden dik yürüyorlar ve dik konuşuyorlar (bir iki kez beni de azarlamadılar değil, ne yapalımJ). Denizli kadınını öyle boyunduruk altına almak, itip kakmak, önemsiz addetmek, suçsuzken suçlu duruma düşürmek… Böyle hayalleri olanlar ya da bu tür sefillikleri olağan görenler bu şehirden kız almayın, benden söylemesi. Bu kadınlar şehrin küresel iddialarının çoktan birer parçası olmuşlar ve kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdüren tüm bireyler gibi son derece onurlu ve mağrur insanlar. Fabrikada ya da köyündeki evinde makinesi başında işleyen işçi kadından en modern bir ofisteki ihracat sorumlusu kadına ya da tarlada ürün hasat eden köylü kadından organik ürünler mağazasında satış yapan bir kadına kadar. Gerçek ve çelik çekirdek feministler diyebiliriz onlar için.

Denizli kadınları böyle olunca, Denizli’nin erkekleri de daha bir gönençli, başarılı, kendilerinden ve ailelerinden emin yaşam sürüyorlar. 

Bacıyan-ı Rum ve Kadına Dönük Şiddet

Biz Türkler Anadolu’ya geldiğimizde buraların adı genelde civar ülkelerce Roma toprakları olarak anılırdı. O yüzden Mevlana’ya Rumi denmiştir. İlk başta bahsettiğim Fatma Yıldız Hanım’ın kurduğu savaşçı teşkilatın adı da Bacıyan-ı Rum yani Anadolu Bacıları ya da Roma Ülkesi Bacıları olarak bilinir.

Düşünüyorum da, ülkemizin son iki on yıldır en büyük sorunlarından biri olarak ortaya çıkan kadın cinayetleri Bacıyan-ı Rum zamanında söz konusu değildi herhalde.  Eğer devlet aygıtı seni yeterli bir şekilde korumaktan acizse ve karşında senin hayatına kast eden, çocuklarını anasız bırakacak tamamen körleşmiş bir canavar varsa, ben Denizli kadınlarının televizyona çıkarak ya da sosyal medyada kampanya başlatarak “ölmek İstemiyorum” diye faydasız feryat etmekle yetineceklerini sanmıyorum. Dedik ya, Bacıyan-ı Rum teşkilatı bu, Denizli kadınına zarar vermek isteyen kim olursa olsun, bu amacını gerçekleştiremeden acı bir şekilde şaşırmaya da hazır olmalı kanımca. Madem pek çok Roma muhabbeti ettik, o halde bu ara kısma asker ve şair Sirakuzalı Hermokrat’ın sözlerini yedirmekte beis yok: “Karşılıklı zarar görme tehlikesi varsa, insanlar birbirilerine saldırmadan önce daha fazla düşünürler.” 

Aslında ta antik dönemlere ya da Romalara kadar gitmeye de gerek yok, dağın çocukları 11nci Komando Tugayı’mızdaki komutanlardan herhangi birine “temel öğretiniz nedir?” diye sorun, “başka çare görünmüyorsa, derhal nefsi müdafaa” cevabını alırsınız. Fark ettiğiniz üzere ben size biraz yumuşatarak aktarıyorum. En arzu edilir bir çare olmadığını kabul etmekle beraber, başka çare yoksa…

Peki, Denizli Kadınlarının Hiç Eksiği Yok Mu?

 Var tabi olmaz mı; bunlardan en önemlisini bu yazının finalinde beraber irdeleyelim. Ekonominin içinde, geçimini eline almış, geleceğe dönük büyüme planları yapan yani dik yürüyen Denizli kadınları temel eğitim açısından biraz bana zayıf göründüler. Klasik ya da temel eğitim derken, hem güçlü bir bilhassa lise eğitimini hem de okuma alışkanlığını ve dünyadaki gelişmelerden haberdar olmayı kast ediyorum. Bir yandan işleyip gelir oluştururken bir yandan da aydın olmanın getirilerinden faydalanmak demek istiyorum. Örneğin; son yıllarda yükselen ve Denizli’nin uluslararası rekabetçiliği için net bir tehdit oluşturan Mısır tekstil sektöründen, Mısır ürünleri uluslararası piyasaları doldurmadan önce haberdar olmak için kişi okuyan, yazan, araştıran biri olmalıdır. Gene örneğin, molalarda kadın çalışanların konuşmalarında pek keyifli dedikoduların yanı sıra verim artışları, yapılabilecek iyileştirmeler, çalışan haklarının ne şekilde daha iyi korunabileceği gibi başlıklar da (salt bir yakınmanın ötesine geçer halde) yer almalıdır. Unutmayın Denizli hanımları; dünyayı eğitimle doğru bir şekilde tanımadıkça, tüm edinilmiş zenginlik temelsiz, etkisiz ve kolaylıkla kaybedilebilen bir gösteri ve şişinmeden öteye geçmez. Kendi parasını kazanan bir birey olarak bir masaya oturduğunuzda,  hem işinizin ustası olmanız hem de ülkedeki ve dünyadaki gelişmeleri görebilmeniz sizi çok daha güçlü ve saygın kılar. Lüks bir arabaya binmek ancak havalı gösterir; ama sektörünüze dönük çalışma hukukunu temel seviyede bilmek ya da kullandığınız makinelerle ilgili teknik bilgi ve becerilere sahip olmak, sizi komutan yapar. Bu bana göre sizin geleceğinizin yönünü belirleyecek çok önemli bir şey.

Alakalı olarak, şimdi ben merak ediyorum; acaba bu yazıyı kendileri için yazdığım ve çalışma hayatının içinde en sert bir şekilde savaş veren kadınlar mı yoksa başta hafifçe eleştirdiğim kadınlar mı okuyacaklar? İlk seçenek gerçekleşmediği sürece, o halde kendimi de süs feminizmi kümesine dahil etmek zorundayım.  Bu pek gülünç olur benim için.

Bu arada yeri gelmişken fabrika ve işyeri sahiplerine de seslenmek isterim; çalışanlarınızın yasal haklarını tam anlamı ile kullanmadığı bir iş sizi zengin edebilir ama bu yöntemle ulusal ya da küresel bir oyuncu haline asla gelemezsiniz. Çalışanların tam anlamı ile haklarını kullanamadığı bir sistem topal ördek olarak kalmaya ve küresel rakipleri tarafından mağlup edilmeye mahkumdur; çünkü sizi liderliğe taşıyacak asıl ruh ile aranızdaki samimiyet bağı kaybedilmiştir artık. Sizler 3 sene kendinize biraz daha az para harcayın ama çalışanlarınıza yasal haklarını tam olarak teslim edin; beşinci senenin sonunda bir dünya devi olma şansı merak etmeyin “ah o büyük mahrumiyeti” iyi ki çekmişim dedirtecektir.  

Son Bir Öneri

Trabzon’da yaşadığım dönemlerde aklıma hep, neden bu şehirde bir Üç Hürel heykeli yok, sorusu gelmiştir. İngiltere’nin Liverpool kentinde ama efsanevi müzik grubu Beatles’in birden fazla heykeli bulunur. İzmir Buca’da da eşeğiyle tarladan dönen bir köylü heykeli Dokuz Çeşmeler Meydanı’nı süslemektedir. Yani, şehirlerin ya da semtlerin en temel niteliklerini yansıtan ve kutlayan sanat eserleri, o şehrin insanlarının kendi kök ekinlerine (kültürlerine) dönük güven ve inançlarını sağlamlaştırır; dolayısı ile de o şehrin bireyinin kendine olan özgüvenine, aidiyet/sahiplenme hissine ve başarabilme kararlılığına katkıda bulunur. Ayrıca, diğer şehirlere satılan caka da cabası. Yahh…

Benim önerim, artık hangi devlet kurumu ya da hangi tekstil devi ilgilenirse, Denizli’nin merkezi bir noktasına (kübik değil aman) klasik üslupla yapılacak güçlü ve göz alıcı bir TEZGAHINDA İŞLEYEN TEKSTİL İŞÇİSİ KADIN heykelinin oturtulması şeklinde olacaktır. Bu sayede şehrin gelişmesinin altında yatan kavram vurgulanacak, altına imza atılmış büyük başarılar kamuya açık ve cesaret verici bir şekilde hemşerilere sergilenecek ve dik yürüyen kadınlara güzel bir teşekkür edilmiş olunacaktır.

Unutuyordum; affedin çok konuşma hastalığı işte, bir de İzmir-Antalya otoyolunun uygun bir noktasına, kılıç kuşanmış BÜYÜK bir Fatma Yıldız Hanım Heykeli kondurulursa, Atatürk Türkiyesi’nin   dört nala koşmaya devam eden bu çağdaş ve çılgınca çağıldayan şehrinin güçlü kadınları üzerinden tüm dünyayı manen ezer geçeriz. Hah…

Esen Kalın.

Diğer Yazılar