KINIKLI’DA BUZUL BİR GECE

Anlatacağım olayı zehir yağan bir kış akşamında Amfi Park’ta yaşadım. O gün çok zorlu bir tırmanış gerçekleştirmiştim; aşağı indikten sonra, neşeli anlar labirenti de diyebileceğimiz bu bölgede yer alan bir dolu kafeden şöminesi olduğunu bildiğim bir tanesine girerek sıcak bir çay içmek için deliriyordum. Bir yandan üniversite diğer yandan Çamlık Parkı ile çevrili ve ancak fantastik filmlerde görülebilecek şiirsellikteki semtimizde olmaktan çok mutluydum. Sanki eski bir kartpostalmışçasına, güzellikle büyülü ve mühürlüydü burası. İyi ki Pamukkale Üniversitesi’ni yazmışım, derdim sık sık kendime.

Yürürken yorgunluktan arada tökezliyordum. Kafeden içeri adım atar atmaz, kılık kıyafetimden dağcı olduğum doğallıkla anlaşılmıştı ve tüm bakışlar üzerimde toplanmıştı. Sıcacık ve kahve tonları hakim döşenmiş bu mekanda en rahat köşeye yerleşip siparişimi verdikten sonra, şöminede yanan ateşi izlemeye daldım. Olağanüstü soğuğun etkileri üzerimden yavaş yavaş kalkıyor hatta çok tatlı bir uyku dahi bastırıyordu.

Amfide Bir Kış Gecesi

Aniden karşımdaki koltuğa teklifsizce ben yaşlarda biri oturdu. Son derece atik ve dinç bir görüntüsü vardı. O da öğrenci miydi bilemedim. Ama tabi silkinip toparlanmak zorunda kaldım. Şaşırmıştım gene de, nedense, hiçbir şey sormadım. O ise doğrudan söze başladı:

“Demek büyük beyaz karanlığın elinden kurtulmayı başardın. Böyle bir havada kolay değil dağdan inebilmek.”

“Öyle, siz de dağcı mısınız?”

“Eskiden, artık pek tırmanmıyorum, hele böyle havalarda hiç.”

“Neden?”

“ Dinlerseniz anlatayım başımdan geçenleri.”

Semtin iki yanından daha önce bahsettim. Ama tam arkamızda, peşi sıra yükselerek gökleşen devasa dağlarda, burgaçlar halinde azarak devam eden tipinin uğultusu kafenin içine kadar belli belirsiz soğuk ürperişler olarak ara ara sızıyordu. Ben ise kendimi o dondurucu ve gürültülü ıssızlıktan bu kurtuluşa sağ salim atabilmiştim ve şimdi de şömine başında güzel bir dağ hikayesi dinlemek fırsatı bulmuştum. Aniden ortaya çıkan arkadaşıma anlatacaklarını dinlemekten çok memnun olacağımı söyleyip, kendisine ısrarla bir İrlanda Kahvesi de ısmarladım. Böylece yüzünde kesin bir ifade ile konuşmaya başladı. Dinleyin şimdi.

YABANCININ HİKAYESİ

“Asla pes etmemek zorunda olduğumu biliyordum. Uzaktan kafeler bölgesinin ışıklarını göğe yükselen bir demet halinde görüyordum aslında. Bu demet sanki yanmakta olan bir ateşti ve oradaki sıcaklığa yani güvenliğe erişme isteği uyandırıyordu. Ama ne var ki, henüz, bembeyaz zırhını kuşanmış yamaçların birindeydim ve kafelere ulaşmak için aşmam gereken son sırt, çekilmiş bir kılıç kadar belirgindi. Bilirsin; uzaktan çok güzel ve göz alıcı görünen, hatta ah keşke oralarda olsam dedirten, hoş esinlerle dolu vadiler, yamaçlar ve sırtlar, sen eğer oralardaysan ve işler de sarpa sarıyorsa bir anda insanı kuşatan alacakaranlık esrimeler haline gelir. Her vadinin kendi içinde uzaktan görülemeyen bir dolu başka vadiye ve sırta bölündüğünü bilirsin; bu gerçeğin insanı giderek o coğrafyalardan çıkmanın imkansız olduğu düşüncesine sevk ettiğini bu dağlarda dolaşanlar çok kez yaşamışlardır.

Tam da bu akşamki gibi bir havaydı ve ben sekiz saattir yürüyordum. Uyarıları dinlememiştim. Ne eşeklik ama… Gerzele’den dağ sistemine girerek normal rota ile iki farklı zirve yapmış ve Kınıklı’ya doğru inişe geçmiştim. Ama hava iyice kötülemiş ve tipi aniden öylesine bastırmıştı ki, uzun dağ yolundan devam edersem donarak öleceğimi kısa sürede kabul etmek zorunda kaldım. Telefonum da buz gibiydi ve asla çekmiyordu. Epeyce düşündükten sonra, yoldan çıkıp vadileri ve yamaçları doğrudan aşarak Kınıklı’ya olan mesafeyi kısaltmayı tercih ettim. Yol kısalıyordu kısalmasına ama yüksek eğimli yamaçlarda dizlerime kadar kara batarak, kuzguni bir ordu gibi yeri ve göğü çevreleyen ağaçların arasından ilerlemek de giderek imkansızlaşıyordu. Ayaklarım ve ellerim yavaş yavaş hissizleşiyordu. Devam etmek zorunda olduğumu biliyordum evet bilmek. Bilmek başka şey, ben başımı kaldırıp etrafa bir bakmaya bile korkuyordum. Sanki bir çanağın içindeydim; yukarı sipsivri yükselen bembeyaz uçlu ve geçit vermez mızraklardan oluşmuş duvarları olan bir çanak. Bu kapanın içinde, artık soluduğum havanın ayrılmaz bir ögesi haline gelmiş donuk, keskin ve ısırgan rüzgar akla gelmesi zor bir kıvraklıkla her yanı sarmış ve sanki etrafımda dans eden ama ayaklarıma kurt dişleri gibi yapışan bir sinsi ve kötücül varlığa dönüşmüştü. Her adımda beni durdurmaya çalışan kararlı pençelerin üzerime yüklendiğini hissediyordum.  

Bilirsin, durursan kesinlikle ölürsün, devam etmelisin ve ben şu güzel üniversite bölgesinin ışıklarını dahi görüyordum işte. Çok da kalmamıştı ama bittiğimi hissediyordum artık. Soğuk, kalın elbiselerimin içinden sırtıma dahi yapışmıştı ve sanki ciğerlerimi sökmek için hazırlanıyordu. Sonunda dizlerimin üzerine çöktüm. Kulaklarıma üniversite yurdundan çıkıp, bir şeyler içmek için ışıklı, neşeli, hayat dolu sokaklara giren arkadaşlarımın sesleri geliyordu, öyle olmalıydı. O kafelerde sanat, siyaset, felsefe, din, bilim, sosyal medya palavraları ve daha birçok diğer önemli konuları tartışan bir dolu arkadaşımın arasında olmak için neler vermezdim. Öylesine bir yaşama tutunma arzusu hissediyordum ki, arabaları ile kafeler bölgesine gelip müzik sesini sonuna kadar açan ve sokaklarda manasızca dolaşıp sağa sola bakan acayip insanlara dahi razıydım. O denli kötü bir durumdaydım yani. Hatta açık hava tiyatrosunun Pazar sabahları bir çöp yığınına dönmüş o rezil ve cehalet sembolü hali bile o kadar tiksindirmiyordu şu an beni. Fakat, isteğim ne kadar güçlü olursa olsun, fiziksel gücüm tükenmişti ve ben hareket edemiyordum. Elde kalan son bilinç kırıntıları ile ölmek üzere olduğumu bilerek, diz çöktüğüm buzul ruhlu yamacın orta yerinde sonumu beklemeye başladım. Önümde dikilen ve yılbaşı filmlerindeki sempatik kar taneleri ile bezenmeye devam eden, ne ki mezar taşları kadar ruhsuz, kaya kulelerinin arasındaki tek geçidin ardı yaşamdı, ama ben o geçidi aşamayacağımı anlamıştım.

Aniden omzumda bir el hissettim. Teklifsiz. Başımı kaldırıp kim olduğuna bakmak ya da bu dağlarda bu havada aniden nasıl ortaya çıktığını düşünmek yerine, o elin verdiği moral güçle yani yalnız olmadığım hissi ile ayağa kalktım. Ayaklarımı hissetmesem de, yürüyebileceğimi fısıldayan yeni arkadaşımın verdiği cesaret ile yürümeye başladım. Sadece bileklerimde acı hissederek yürüyordum. Kayalık geçide vardığımda, rüzgara karşı biraz olsun korumalı bir girintiye oturdum ve postallarımla çoraplarımı çıkardım. Buz gibi karın neredeyse donmuş ayaklarımı yakması çok kısa süreli bir ısınma oluşturacaktı. Bunu kullanmak istiyordum. Başımda dikilen kim olduğu belirsiz insan, eli ile bu hareketimi onayladığını belirtti. Beni kurtarmak için burada olduğunu biliyordum. Hemen sonra çoraplarımı değil ama postallarımı giydim ve tekrar yürümeye başladım. Geçidin sonundaki yan geçişi uçuruma düşmeden aşarken, bana eşlik eden yardımcım nerelere basacağımı işaret ediyor ve ağırlığımı dengeli bir şekilde dağıtmam gerektiğini hatırlatıyordu. Biliyorsun, dengeli dağıtılmış bir ağırlık güçlü olmaktan çok daha önemlidir. Gene de parmaklarımı birer çelik vida gibi girinti ve çıkıntılara saplayarak geçtim uçurum hattını. Şimdi beyaz gelinlik (ya da benim durumumda kefen) giymemiş son inişe geçmiştim. Artık kar yoktu, Seyir Tepesi’ne karşıdan bakan ve Çeşmeler Yolu’na kavuşan son orman yamacında düşe kalka yol alıyordum. Ara ara anlamsız ama arzulu kelimeler dökülüyordu ağzımdan. Şömine diyordum mesela kendi kendime. Vahşi hayvanlar hep güvenli yuvalarına çekilmişler, hiçbiri yok, diyordum. Arkadaşım hala yanımdaydı, yapabilirsin ve yapmak zorundasın. Birazdan bir kafede sıcak bir İrlanda Kahvesi içeceğimi söylüyordu. Çok sürmedi gibi geldi bana ama neredeyse sürünerek tam da şimdi sizinle oturduğumuz bu kafenin kapılarından girdim ve yaşama tutundum. Beni kurtaran kimdi diye etrafıma bakındığımda, onun çoktan kaybolup gitmiş olduğunu gördüm. Yapmak zorundasın.”

BENİM HİKAYEM

Vayyy… Müthiş bir hikayeydi bu. Hemen detayları sormak için yeltendim fakat aniden her şey karardı ve sonra gözlerimi açtım. Biraz önce oturduğum koltuğun yanındaki şöminenin yandığını yattığım yerden hayal meyal görebiliyordum. Ben ise o koltukta değildim. Sanki kafenin kapısından içeri tekrar girmiş ve yere yığılmıştım.

Daha sonra gözlerimi bir kez daha açtığımda üniversite hastanesindeydim. Başımdaki hemşire çok güçlü bir gençsin sen gibisinden bir şeyler söylüyor ve gülümsüyordu. Biraz sonra doktor hanım geldi. Beni muayene ettikten sonra, bir güne taburcu olursun, canavar gibisin merak etme, ayaklarını ve ellerini zor oldu ama kurtardık, her zaman bu kadar şanslı olmayabilirsin bunu aklında tut, dedi. Teşekkür ettikten sonra ona son hatırladığım şeyin şömine başında başka bir dağcıdan dinlediğim bir hikaye olduğunu söyledim. Hala şaşkındım. Dağcıların geçirdikleri kazalar ve düştükleri durumlarla uğraşmaya alışık bu deneyimli üniversite hastanesi doktoru, muzip bir şekilde gülümseyerek şunları söyledi:

“Sanırım o dinlediğin hikayenin kahramanı sensin, sana hikayeyi anlatan adam da dağda seni kurtaran adam olsa gerek”.

“Nasıl yani?” diye ürpererek sordum doktora. Acaba halen dağda ölmek üzereydim de hayaller mi görüyordum ya da içe içe geçmeli bir kabus sarmalında debelenmeye devam mı ediyordum?

“Korkma korkma korkacak bir şey yok. Bu nadir de olsa rastlanılan ve bilinen bir durumdur. Doğada kaybolan ve çaresiz kalan insanlar güçlerinin son damlasını harcama seviyesine geldiklerinde, tanıdıkları ya da tanımadıkları hayali bir yardımcı, insanın kendi zihni tarafından canlandırılır ve devreye alınır. Yaşama tutunmak için insan beyninin son bir çabasıdır bu. Dövüş Kulübü filmini izledin mi? Ona benzer bir şey. Bazen işe yarar bazen yaramaz. Yani aklımızın bize pek de sormadan, derinlerden ama iyi niyetle oynadığı ve tükendiğini kabullenen bir insanı son bir kez daha ayağa kaldırmak için kurguladığı bir oyun. Sende işe yaramış görünüyor hahaha… Bundan sonra böyle havalarda daha dikkatli tırmanırsan böyle hayali arkadaşlar da edinmezsin hahaha…

“Hay Allah, gerçekten de korktum.” dedim. Doktor başını iki yana seni gidi seni der gibi salladı ve beni bırakıp diğer hastalarını tetkik etmek için ayrıldı. Koridorda bekleyen bir iki arkadaşım içeri girdiler. Çok hoşlandığım kekik gözlü bir kız da gelmişti. Bana nasıl olduğumu sordular. Aklıma Edgar Poe’nin ünlü bir şiirinden iki mısra geldi.

“Nasıl hissedeyim, düş içinde bir düş, alnına konsun bu öpüş” diye kıza bakarak cevap verdim.

Şu halde edilecek laf mıydı bu… Ölümden dönmüşüm ama hasta yatağımda hala kur peşindeyim… Kekik gözlü kızın bakışlarından bahara özgü keskin kokular ve ruh açıcı edalar saçıldı. Diğer arkadaşlarım ise hayretle bana baktılar. Şaşırabilirsiniz sorun değil, ben ona bir sonraki tırmanışa kadar mutlaka çıkma teklif etmem gerektiği konusunda çok emindim, çünkü bu hayatın pek ve kesinlikle sonlu ya da sonsuz olduğunun farkına varmıştım. Yaşamaktan karlı apak zirveler gücünde bir keyif aldığımı hissettim.

 

Diğer Yazılar