RUHLARA NASIL KARIŞTIM?

Giriş, İlbadı Mezarlığı, Hava Kararıyor.

Denizli’ye girmek için, çirkinlik muskası diyebileceğimiz çevre yolunu görmek zorundadır çoğu zaman kişi. Bu girişteki yapılar; sanki parklarla, güzel semtlerle ya da birçok diğer hoşluklarla dolu bir dağ yamacı kentine değil de kötü planlanmış, kaderine terk edilmiş ve kirlene bozula iyice serdengeçti bir hoşnutsuzluk karmaşası haline gelmiş bir sanayi sitesine giriyormuşsunuz hissi verir. Fakat, hemen bu ucubeler seddinin ardında yükselen apak bir ormancık neredeyse bin yıldır varlığını korumaktadır. Çevre yolunun biraz üstünde; türlerce ağaçları, içinden akan küçük dereleri, sonbaharda toprağı örten milyonlarca sarı kızıl yaprakları, gizemli çukurlukları ve manzaralı tepecikleri ile korunaklı ve tertemiz bir sığınaktır İlbadı Mezarlığı. İlk sakininin gömülmesinden son fanisinin yerini almasına dek geçen zamanın kaydını titizlikle tutan bir taş yazıtlar defteri de diyebiliriz burası için. İlbadı Mezarlığı’nı tamamı ile anlatmak için herhalde koca bir roman yazmak gerekir. Ama bu başka bir hikaye.

RUHLARA NASIL KARIŞTIM?

O akşamüstü ben İlbadı Mezarlığı’na kendimi zor atmıştım. Selçuk Dönemi’nden Cumhuriyet içre uzanan yüzyılların tanıklarının yemyeşil bir örtü altında uyudukları bu ayrık ve dingin koruya neden gelmiştim ve ne için 700 yıllık bir mezar ile bir türbe arasındaki kuytu noktada çaresizce oturuyordum? Anlatımızın sonuna doğru mezarlığa ve burada şahit olduğum kan donduran doğaüstü olaya geri döneceğiz elbette, fakat ilk önce yukarıdaki sorunun cevabını vermek zorundayım. 

BİR LANGIRT DELİSİNİN YAŞADIKLARI  

Okurlar doğaldır ki bilmiyorlar fakat benim bu yaşamdaki en büyük tutkularımdan biri langırt oyunudur. Şöyle söyleyeyim de kısadan anlatmış olayım; beş parasıza yakın hallerde Avrupa şehirlerine gidip oralarda langırt turnuvalarına katıldığım gibi, Ankara’dan Tahran trenine binip tam 3,5 gün yolculuktan sonra İran’da gene bir langırt turnuvasında yer almışlığım vardır. Gerisini varın siz hayal edin artık.

Denizli’ye de taşınınca bu büyük merakımla ilgili bir şeyler yapmak ve başarmak istedim. İşi sıkı tutmak adına üç koldan saldırıya başladım. Denizli’nin turnuvalara sponsor olabilecek büyük şirketleri, mülki idareye bağlı müdürlükler ve belediyelerin ilgili daireleri… Hepsi hedefimdeydi.

RUHLARA NASIL KARIŞTIM?

İlk olarak saydıklarımın tamamının etkileşimli sosyal medya hesaplarına ve elektronik postalarına mesajlar attım. Bu oyunun geometrik düşünme yeteneğini, baskı altında doğru karar alma becerilerini, takım oyuncusu olma yetilerini geliştirdiğini anlattım. Bir milli takımımız olduğundan, uluslararası federasyon üyeliğimizden belgeleri ile bahsettim. Engelli yurttaşların da gayet iddialı bir şekilde bu oyunu oynayabildiklerini, el-göz koordinasyonunu geliştirdiğinin kanıtlandığını, halkın keyif alacağı bir faaliyet olduğunu, çocukların dahi sosyalleşmesi için önemli olduğunu vurguladım. Kendi ulusal ve uluslararası başarılarımı da ekleyerek (herhangi bir ücret ya da karşılık beklemeden) bu şehirde tüm langırt faaliyetlerini gerçekleştirebileceğimizi yazdım. Gene hiçbir ücret almaksızın (varsa) kurumların depolarında bulunan hasarlı masaları onarabileceğimi de belirttim. 

BİZİMLE İLETİŞİME GEÇTİĞİNİZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ. MESAJINIZ ALINMIŞTIR. SİZE EN KISA SÜREDE DÖNECEĞİZ.

İstisnasız tüm mesajlarımın otomatik karşılığı buydu ve haftalar geçtikçe ne bir dönen ne bir gören ne de olumsuz dahi olsa cevap yazan… O an anladım ki, özel ya da resmi hemen hemen tüm kurumlar dostlar alışverişte görsün diye sosyal medya sayfası açıp, arada bir klişe bir paylaşım yapıyorlar; gerisi keçi saldım çayıra şıngır mıngır yayıla. 

Fakat orada bırakmadım. Baktım sosyal medya ya da e-postalar üzerinden bir tepki yok, şirketlere, resmi müdürlüklere ve belediyelerin daire başkanlıklarına ziyaretler yapmaya başladım. Harikulade bir süreçti gerçekten. Şirketlerin bekçi kulübelerinde sigara içerek bekleyen ve herhalde yönetim kurulunda murahhas azalık gibisinden görevleri de olsa gerek güvenlik görevlileri (onlara saygı göstermek adına ne için geldiğimi çok kısa açıkladığımda) bana “şirket yönetimi sponsorluk düşünmüyor bu aralar kardeş” cinsinden cevaplar verdiler. Bu kurumsal aklın ve planlamanın yağız yansıması insanlar, içeri bile almadılar beni çoğu zaman. Şirketlerin ofis alanlarına mucize eseri ve bazen de yalan söyleyerek girebildiğim durumlarda ise, konudan bahsetmeye başlar başlamaz yüzüme uzaylı görmüş gibi bakan sekreterler ve orta seviyeli yöneticilere endişeden ayılıp bayılmasınlar diye kendim kolonya serptim desem yeridir. Dehşet…. Ne diyor bu adam, langırt mı… Eyvah, delirmiş olmalı, bu adamı dinlediğim duyulursa kovulurum, aman Tanrım…Güvenliği arasam mı acaba? (Hoş, pek üstün kavrayışlı genel müdür ya da şirket sahipleri ile görüşebilsem de sonuç değişir miydi acaba...)

Özel kurumlardan geçtim böylece; peki ya devletin mülki daireleri ve yerel idarelerin ilgili başkanlıkları. Orada dur ve yiğidi öldür hakkını yeme, onların daha çok boş vakitleri olduğu için beni büyük bir dikkatle dinlediler. Hatta önlerindeki ajandalara üçgenler ve kareler falan çizerek not alanlar bile oldu inanır mısınız? Fakat bu yalçın yüksekliklerde konuştuğum istisnasız her liyakatli yetkili, beni dinledikten sonra, konunun çok ilginç olduğunu ve mutlaka bir sonraki toplantıda bunu başkanına ya da müdürüne ileteceğini söyledi. Böylece yüzmeye başladım o toplantılar nehri denilen azgın sularda. Hiç yapılamayan toplantılardan tutun da, yapılan her toplantıdan sonra daha yüksek seviyeli bir yöneticinin de onayı gerekeceğinden yapılması gereken diğer toplantılar silsilesi ve böylece sürgit bir süreğenlik. İş öyle bir noktaya geldi ki,  paradoks ya da çözümsüz çözüm diyebileceğimiz bir toplantılar, onaylar, görüşler ve şürekası yumağının içinde debelenen tombul ve sarman bir kedi yavrusu gibi yuvarlanmaya başladım. An geliyor düşünüyordum, bu kadar karmaşık ve sonsuz bir toplantılar sarmalına yol açtığıma göre, ben bir iki langırt masası ve örneğin bayramlarda eğlenceli basit turnuvalar değil de, yüz milyarlarca liralık mesela bir metro ya da baraj projesi falan mı teklif etmiştim? Son onayı Cumhurbaşkanı mı imzalayacaktı acaba, belki de BM Genel Sekreteri de Denizli’de bir langırt turnuvası yapılması için görüş bildirecekti. İnsan bir süre sonra emin olamıyor. Bazen bir sonuç çıkacak gibi oluyordu fakat o noktada da hemen başka bir daireye ya da müdürlüğe gönderiliyordum; çünkü konunun aslında onların yetki alanına girdiğinin anlaşıldığı söyleniyordu. Yani o ana kadarki toplantılar ve onaylar sadece beni asıl kararı vereceği söylenen mercie yönlendirmek için gerçekleşmiş oluyordu. Mükemmel bir işleyiş gerçekten de; şimdi asıl yetkili mercie gittiğimde ise, Hep O Şarkı yani konuyu iletme, toplantı ve onay süreci tekrar başlıyordu.

Tam 5 ay süren bu sürecin sonunda, kendimi Franz Kafka’nın Dava isimli romanında bürokrasi aygıtı tarafından pestili çıkartılan Josef K.’nın ruh ikizi gibi hissetmeye başladım. Nesin’in Yaşar ne Yaşar ne Yaşamaz romanındaki kimliksiz Yaşar da amcaoğlum gibi gelmeye başlamıştı bana. Sonunda bir gün gene bir “konuyu üstlerime ileteceğim, hımm çok ilginç bir konu bu, toplantı yapacağız haftaya, orada ileteceğim konuyu amirime” baş döndürücü ve sayrılı tekerlemesini dinledikten sonra, küçük bir sinir krizi geçirmek üzere olduğumu anladım ve bulunduğum noktaya en yakın sağaltıcı yer olan İlbadı Mezarlığı’nda aldım soluğu.

RUHLARA NASIL KARIŞTIM?

SON, RUHLAR SEYİRDE

İşte sizlere neden burada olduğumu aktardım. Gerçekten de mekanın sakinleştirici havası üzerimde olumlu etkiler oluşturmuştu ve daha iyi hissediyordum. Artık gitme zamanının geldiğine kanaat getirip oturduğum yerden doğruldum. Güneş son ışınlarını solumdaki mezar taşları üzerinden sektirip az sonra sönmeye mahkum kızıl damlalar halinde yeryüzüne bırakmıştı. Labirent kollarını andıran yollardan bir tanesine çıkıp, çıkış istikametine doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım. Biri çıkışa, biri Demirci Efe saldırısında ölenlerin yattığı alana ve biri de çok eski ermiş mezarlarının yer aldığı sisli ve sık ağaçlı tepeciğe ulaşan üç yolun kesişme noktası olan çatağa geldiğimde hava artık iyiden iyiye kararmıştı. Oradaki bir çeşmeden su içtim ve yoluma devam etmek için doğrulduğumda donup kaldım. Sesim soluğum kesildiği gibi, yaşadığım şok ve ani korku sebebi ile bakışlarım dahi hareketsizleşmişti. Bulunduğum noktadan çıkışa kadar olan yaklaşık 5 dakikalık yürüyüş yolu boyunca tüm mezarlık sakinleri mezarlarından, cennetlerden ya da cehennemlerinden kalkmışlar ve yolun iki yanındaki kabirler boyunca dizilmişlerdi. Sanki benim yürümemi bekliyorlardı, beni izleyeceklerdi. Soluk, saydam, parçalanmış bir sisi andıran insan siluetleri hareketsiz bir şekilde duruyorlardı. Aklıma yapacak hiçbir şey gelmedi, ne bir dua okumak, ne yalvarmak, ne bayılmak hiçbir şey. Korkudan mezar taşları kadar donmuş ve hissizleşmiştim. Bir süre sonra yürümek zorunda olduğumu düşündüm. Benim geçit resmimi bekledikleri apaçık olan bu ruhları öylece orada tutmak saygısızlık olabilir ve onları sinirlendirebilirdi. Böylece zor da olsa başladım adımlar atmaya. Tıpkı uzaktan size bakan azılı bir köpeğe yaklaştıkça artan ama yanından bir kez geçtikten sonra azalan korku gibi, yürümeye bir kez başlayınca biraz rahatlamıştım. Ruhlar beni izliyorlar ama herhangi bir tepki vermiyorlardı. Artık çıkış kapısını dahi görüyordum. Mezarlığın girişindeki keskin rampa ve küçük mescit de görünüyordu. Ruhlardan bana bir zarar gelmeyeceğine bir şekilde emin olmaya başlamıştım. Bu bir korku filmi değildi, aslında bir iki soru sormak için bir fırsat bile olabilirdi ama gene de onları bu henüz şehir ışıklarının loş sayesine girmemiş karanlık noktada kızdırmak istemiyordum. Kızabilirlerdi soru sormama, kim bilir? Fakat artık küçük mescidin yanına vardığımda sağımdaki solumdaki ruhlar seyrelmişti; tüm cesaretimi topladım daha doğrusu bilincimi bir kenara iterek şuursuz bir cesaretle durdum, geri döndüm. Gerçekten de bu sefer hepsi mezarlığın içinde kalabalık bir kitle halinde toplanmışlardı. Bu gezegenin toprağı olsa da şimdi bir gizemler uzayı kadar çözümsüz şu mezarlık derinliğine doğru binlerce ve tarihin çeşitli dönemlerinden kalkıp gelmiş ruhların her biri, bir ışıksız gene de şamdan gibi hayaller halinde, ağaçların ve mezar taşlarının yanından yamacından hatta içinden bana bakıyorlardı. Resmin gerçeküstü harikuladeliğini izleme keyfine kendimi kaptırmaktansa; ve artık arabaların kornalarını dahi duyacak kadar çıkışa yakın olmanın getirdiği yersiz güvenle, şöyle seslendim:

“SİZCE BU İŞ OLUR MU?”

Ruhlar beni korkudan delirten bir ani dalgalanma sonrasında çok kesif bir sis oluşturacak şekilde toplanmaya başladılar, safları sıklaştırdılar ve birbirlerine yaklaşarak vadilerde oluşan rüzgarları anımsatan bir fısıltı ve uğultu hüzmesi haline geldiler. Bu ses demeti karmaşık ve anlamsız bir tona evriliyordu giderek. O an anladım. Galiba toplantı yapacaklardı sorumu cevaplamak için. Aman Tanrım, olamaz, olamaz. Tekrar onlara seslendim:

“Saygı değer ruh hanım ve beyler, sormamış sayın, kalsın, çok sağ olun, vaktiniz almayım.”

Arkamı döndüm, mezarlıktan çıktım, şehrin gürültüsü kulaklarımı tamamen tıkamadan önce İlbadı Mezarlığı’ndan alaylı bir kahkaha senfonisinin yükseldiğini, sanki duyar gibi oldum. Bir süre sonra kendimin de fark etmeden güldüğünü fark ettim.

Diğer Yazılar