ŞEHRİN EN GÜZEL SEYİR NOKTASI

Şu Denizli’nin dağ manzarası izlenecek yerleri ne çok. Örneğin Ulus Caddesi’nin yakışıklı ve varsıl özgüvenine sığınıp erinçli bir ruh hali ile izleyebilirsiniz dağları. Ya da Servergazi Devlet Hastanesi’nin hüzünlü bir odasından hatta daha iyisi ferah bahçesinden çok kapsar bir görüşle, yani biraz ürperip biraz da moral bularak göz atabilirsiniz şu devlere. Olmadı Teras AVM’ye sırtınızı verip de Büyük Postane’nin hemen yanından yukarı zengin bir meçhullüğe uzanan o yolda tırmandırırsınız bakışlarınızı ve elinizle uzansanız o çatık kaşlı derin yüceliğe parmağınızın ucu ile dokunabilirmişçesine büyülenmiş, dalar gidersiniz.

İstanbul’un çeşitli semtleri için kullanılan lebiderya deyimini yerelleştirip biraz da değiştirip “dağların bakışı” bir şehir demek yanlış olmaz şu güzelim Denizli’ye.

Ulu Cami

Herkesin güzellik tercihine saygım olduğunu söylemeye gerek bile yok tabi; fakat benim en sevdiğim dağ seyir noktası Ulu Cami’nin altından otogara doğru uzanan keşmekeş ve çilekeş sokaktır. Hani tasvirlerim yetersiz olursa diye, şuralarda bir yerde Osman Boyacı Bey koymuş olacaktır mutlak canım, üşenmeyip gidip bir resmini de çektim bu yazıyı kurgularken.

ŞEHRİN EN GÜZEL SEYİR NOKTASI

Sokağın başından yukarı doğru baktığınızda bir düzen oturtamamış ama gene de varım da varım renginde bir karmaşa ve özensizlik duygusu kaplar sizi. Büyük hacimli ticaretlerin döndüğü ama bunu asla dükkan, sokak ve araçlara bir intizam olarak yansıtamamış bir yarı başarı ama her nasılsa kalan yarıdan daha büyük bir başarısızlık hikayesi olarak devam eder bu sokak. Fakat aniden Ulu Cami’nin  size bakan gözü ve iki minaresi öyküye dahil olur. Bu aslında birden bir düzen umudu aşılar izleyiciye; çünkü şu keşmekeş sokak kadar Ulu Cami’deki düzgün oranlar ve yerindelik de insan denilen varlık elinden çıkmıştır.

Kişi bu yolun başında durup da en sonda yükselen eseri izlerken derhal adıma geçmek, yani şu taşlı çukurlu vadiyi aşıp da o iyi hesaplanmış nizamın bahçesine atmak ister kendini. Bunu da yapacaktır aslında ama caminin gövdesi, kubbesi, minareleri ve bahçesinin ötesine ister istemez ışıyan bakışları başka bir büyük eseri görünce, çakılır kalır olduğu yere. Evet Ulu Cami’nin arkasında yükselen Başkarcı görüntüsü her duyuştan kişiyi öyle ya da böyle ama mutlaka birtakım düşüncelere iter. Kimi iki büyük eser birbirini ne de güzel tamamlıyor derken, kimi de tüm insan yapısı eserleri unutur da arkadaki canavarın mimarını ve matematiğini düşünmeye başlar.

Bir Tartışma Patlak Veriyor

İşte ben de bu en sevdiğim dağ seyir noktasında yukarıdaki türden karmaşık ve gizemli etkilerle uğraşıp dururken ve bu minvalde de bu yazıyı bitirecekken, oradan geçen biri seslendi bana:

“Hey avare,  bakıp duracağına git de camide biraz dua et, daha hayırlı olmaz mı?”

“İyi olurdu ama bu aralar çok fazla olmayacak duaya amin deniliyor, o yüzden gidesim pek yok.”

“Mesela?”

“Siz tüccar mısınız?”

“Evet bir Bayramyeri’nde bir de Yenişehir’de iki mağazam var”

“Doğulu insanlar da çalışıyor mu sizinle?”

“Tabi çalışıyorlar; hem yanımda çalışan var hem de tüm Doğu’ya mal gönderiyoruz.” O esnada yan dükkanın sahibi de konuştuklarımızı duymuş olacak ki dahil oldu:

“Dur bakalım hop, nedir bu laflar, ben kendim Diyarbakırlıyım, kendim de dükkan sahibiyim burada.”

“Hadi bir örnek bekliyorum, hangi olmayacak duaya amin diyormuş insanlar?”

“Hemen bir tane vereyim; anadilde eğitim konusu.”

“Nasıl yani?”

“Türkçe okuyup yazamasaydınız ve konuşamasaydınız siz burada dükkan açabilir miydiniz? Ya da Türkçe okuyup yazamayan birini siz işe alır mıydınız, alsanız bile hangi işte çalıştırırdınız onu mal taşıtmaktan başka? Denizli’den Mardin’e ya da Mardin’den buraya mal gönderirken senet sepeti tercüman kullanarak mı yazıp çizecektiniz? Ya da Bitlisli bir çocuk Türkçe eğitim almamışsa, örneğin Denizli’de bir devlet kurumunda hizmet verebilir mi veyahut İstanbul’da bir büyük şirkette çalışabilir mi? Mesela sen ilkokuldan itibaren Türkçe eğitim almazsan, diyelim ki önüne bir mal alım satımı ile ilgili 10 sayfa bir sözleşme geldi, nasıl okuyacaksın ve tam olarak anlayacaksın o sözleşmenin maddelerini? Yerleşik dil ticarete, şirketlere, gündelik hayata, devlet dairelerine, sınavlara, hesaba, kitaba, evraklara her yere yaklaşık 1000 yıldır oturmuş. İnsan ana dilini tabi ki öğrenebilir, konuşabilir, yazar ama bir ülkede artık ticarette, devlet dairelerinde ve gündelik hayatta bir dil tamamen yerleşmişse, siz o ülkenin yeni gelen nesillerine o yerleşik dilde eğitim vermezseniz, onları işsizliğe mahkum etmiş olursunuz.”

“İnsanlar ana dillerinde okuyup yazmasınlar mı diyorsun yani?”

“Asla, seçmeli dersler olabilir yeterli kitlesi ve talebi olan diller için. Enstitüler ya da kurslar açılır insanlar tarafından. Edebiyat yapan varsa yapar, konuşur insanlar ana dillerini kendi aralarında istedikleri gibi. Bunlar güzel şeyler. Benim demek istediğim ise kurumları ve oturmuş sistemi olan bir ülkede eğer nesiller hayata, işe ve topluma tutunsun isteniliyorsa, o ülkedeki yerleşik ve resmi dil ile eğitim almak zorundalar, öteki türlü çocuklar o dilde akıp giden yaşantıya intibak edemezler ve onları kötü bir kadere sevk etmiş olursunuz. Bak şöyle düşünün, şimdi siz Paris’te şirket açabilir misiniz? Ya da Londra’da seçkin bir işe girebilir misiniz? Hadi açtınız/girdiniz, peki başarılı olma şansınız tüm hayatın, adetlerin, yazışmaların ve kültürün eğitimini Fransızca/İngilizce almış bir insana kıyasla nedir?

“Peki iş hayatında farklı diller kullanılamaz mı yani, onlar da bir süre sonra oturmaz mı?”

“Olabilir ihtimal ama en az 10 neslin hayatını kaydırırsınız. Hem de öyle bir masraf ki of of of… Bakın; anadilde eğitim demek romantik ve politik olarak çok hoş bir şey ama gündelik hayatta bir karşılığı yok. Siyasetçilerin ve onların şakşakçısı bir grup umursamaz sanatçı, gazeteci ve kanaat liderinin insanların duygularına oynamak için zaman zaman icat ettikleri bir lafı güzaftan başka bir şey değil.”

Ben Kaçar

İki kafadar bu beklenmedik sözlerimi hararetli bir şekilde tartışmaya koyuldular. Sanki bana verecekleri cevabı ortaklaşa kararlaştırıyor gibiydiler. Belki de vardır mantıklı bir cevapları, bilemiyorum, neden olmasın? Varsa duymak da isterim. Ama o cevap ortaya çıkana kadar, kendilerini değil de başkalarını yakacak serüvenlere girmek yok.

Aslında Birinci Çözüm Sürecinde Diyarbakır’da açılan Kürtçe okuma yazma kurslarının hepsinin üç dört ay içinde talepsizlikten kendiliğinden iflas edip kapandığını hatırlatmak da isterdim onlara ama boş verdim. Kaçma zamanı gelmişti, çünkü şehrin bu en güzel seyir noktasından izleyip durduğum Başkarcı artık beni bekliyordu amansız kayaları, boğucu vadileri, titreten ayazları, aşılmaz ormanları ve daha nice nice nice göz kırpmaları ve huzurları ile. Selam verip seğirttim şaşkın bakışları üzerimde.  

Sanırım dağları düzlüklerden daha çok sevmemin sebeplerinden biri de, düzlükte olmayacak duaya amin dediğiniz zaman kendinizi ve başkalarını bir süreliğine de olsa kandırmaya devam edebiliyorsunuz; ama Başkarcı’da yanlış bir kayaya bastığınız an BİTTİNİZ ve kendinizi bunun aksine İNANDIRIP da acıklı komedya oynama lüksünüz yok.

Esen Kalın, Mantıkla Kalın.

Diğer Yazılar