10 KASIM 1938’İN ARDINDAN

Dolmabahçe Sarayı’nın deniz kokulu odalarından biri… Saat dokuzu beş geçe bir nefes durur. İstanbul’un sabah sisi, Boğaz’ın üstüne ağır bir örtü gibi çöker. Rüzgâr bile sessizleşir.
O an sadece bir insan ölmemiştir; bir çağ kapanmış, bir ülke derin bir sessizliğe gömülmüştür.

10 Kasım 1938 sabahı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, aramızdan ayrıldığında, sadece bu topraklar değil, dünya da bir süre nefesini tutmuştur. Çünkü o, yalnızca bir devlet başkanı değil, yüzyılın nabzını değiştiren bir fikir adamı, bir medeniyet mühendisiydi.

O gün Dolmabahçe Sarayı’ndan yayılan haber, dakikalar içinde Londra’dan Tokyo’ya, Kahire’den New York’a kadar yankı buldu.
The New York Times, “Modern Türkiye’nin yaratıcısı öldü” başlığıyla çıktı.
Yunanistan’ın Messager D’Athenes gazetesi, “Yirminci yüzyılın en büyük mucizesi sustu” dedi.
Mısır’ın El-Mısri gazetesi, “İnsanlığın kolay kolay yetiştiremeyeceği bir dehayı kaybettik” diye yazdı.
Ve Sovyet Pravda, “Dünya için ölçülemeyen bir kayıp” ifadesini kullandı.

Bir ay boyunca İran’da yas ilan edildi.
Suudi Arabistan’dan taziye telgrafları geldi.
Yunanistan, dünün düşmanlığını unutup gözyaşını paylaştı.

Kısacası, Atatürk’ün ölümüyle sadece bir lider değil, insanlığın ilerleme umudu bir anlığına duraksadı.

Mustafa Kemal, bir savaşın ortasında doğmuş bir barış adamıydı.
O, tüfek sesleri arasında büyüyüp, kalemle, kanunla, fikirle yepyeni bir ülke kurdu.
Yüzyıllar boyunca “Hasta Adam” diye anılan bir milletin damarlarına, yeniden dirilişin kanını pompaladı.

Harap bir imparatorluğun enkazından çağdaş bir cumhuriyet çıkardı.
Kadına seçme hakkını, halka iradesini, millete onurunu verdi.
İmparatorluk külleri arasından yükselen yeni Türkiye, onun elinde şekil buldu.

Ve tüm bunları yaparken, bir taht istemedi.
Tahta değil, tarihe oturdu.

Atatürk’ün vefatıyla, uluslararası basın aslında bir başka gerçeği daha dile getirdi:
O, sadece bir ulusun değil, çağının öğretmeniydi.

Batı basını, onun reformlarını “akılcı bir mucize” olarak gördü.
Doğu dünyası ise, “onur ve bağımsızlığın simgesi” olarak andı.
Sovyetler, onun anti-emperyalist duruşuna hayranlık duydu;
Batı, otoriter ama ilerici liderliğini “modernleşmenin bedeli” olarak kabul etti.

Bütün bu farklı tanımların ortak noktası şuydu:
Atatürk, dünyanın her köşesinde saygıyla anıldı.
Çünkü o, bir halkın kaderini değiştirmişti.
Ve bunu ne sömürgeyle ne zorbalıkla yaptı; akılla, vizyonla, cesaretle yaptı.

O sabah Dolmabahçe’nin penceresinden bakanlar, sadece denizi değil, milletin kalbini de görür gibiydi.
Sarayın önünde toplanan binler, gözyaşlarını tutamadı.
Radyo anonsları kesildi, sirenler çaldı, bayraklar yarıya indi.
Tüm Türkiye, sanki bir baba figürünü yitirmiş gibiydi.

Ama aynı anda, dünyanın dört bir yanında saygı duruşuna geçildi.
Avrupa şehirlerinde bayraklar yarıya indi.
Dünya, bir Türk’ün ardından saygıyla eğildi.

Atatürk’ün ölümünden hemen sonra uluslararası basın bir başka konuyu tartıştı:
Türkiye, bu sarsıntıyı atlatabilecek miydi?

Cevap çok netti.
Çünkü o, ardında sadece bir liderlik değil, kurumsal bir bilinç, bir devlet aklı bırakmıştı.
İsmet İnönü, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak… Hepsi aynı düşüncenin, aynı hedefin çocuklarıydı.
Atatürk’ün mirası, kişilerde değil, cumhuriyetin köklerinde yaşıyordu.

Ve Bugün…

10 Kasım artık bir yas değil, bir farkındalık günüdür.
Her 09:05’te duran zaman, aslında bir hatırlayışın anıdır:
Bir ulusun yeniden doğuşunu sağlayan bir aklın, bir vizyonun, bir cesaretin anısıdır.

Dolmabahçe’nin o odasında sessizlik çöktüğünde, aslında hiçbir şey bitmedi.
O sessizlik, bir milletin kendini yeniden dinlemesiydi.
Ve her 10 Kasım sabahı, o sessizlik yeniden doğar:
Rüzgâr durur, kalpler ağırlaşır, gözler buğulanır.
Çünkü biliriz ki o sadece geçmişin değil, geleceğin de rehberidir.

Atatürk öldü, dediler.
Hayır…
O, her 10 Kasım sabahı yeniden doğar —
Bir çocuğun andında,
Bir öğretmenin sözünde,
Bir kadının gülüşünde,
Bir bayrağın dalgalanışında.

O hâlâ burada.
Sessiz ama dipdiri.
Çünkü o, bir ulusun vicdanında yaşıyor.

Diğer Yazılar