ZENGİNLİK BAĞIRIR, SERVET FISILDAR

Eski bir söz olmasına rağmen günümüz Türkiyesini ne kadar da iyi anlatıyor. Sanki ülkemiz için söylenmiş gibi; “Zenginliğin bağırması”nın bir iç döküş, “servetin fısıldaması”nın ise derin bir iz bırakma çabası olduğunu gösteriyor..

Evet, Türkiye hâlâ genç bir cumhuriyet. Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı derken milletin yarası taze. Osmanlı’da zaten servet sahibi olabilmek ayrıcalıktı; kalanlar da cesaretle direndi ama üstüne üstlük “zengin olma” lüksüne sahip değildi. Ardından savaşlar nedeniyle sermaye el değiştirdi, çoğu ecnebi olan zenginlerin büyük bölümü yurt dışına kaçtı. Geriye kalan az sayıdaki aile ise ancak üç-dört kuşaktır, yani en fazla iki kuşak önce itibarı zenginlik denen o sahte sirenle tanıştı.

Denizli’de de durum pek farklı değil. İlk çırpıda aklımıza gelen 6-7 aile vardır. Yemci aile, betoncu aile, mermerci aile, kablocu aile ve 2-3 tane de tekstilci aile… Bu aileler ülkenin ihracat hamlesiyle ortaya çıkan hareketlenme fırsatını kaçırmayan son 50 yılın zenginleri; yani en fazla 3 kuşaktır zenginler. 

Ne yazık ki, çoğu “zenginlik” gibi gözükür—göz kamaştırıcı bir ev, gösterişli arabalar, billboard’ta “biz de varız” dercesine. İşte bağıran o zenginlik! Ama servet, bir fısıltıdır. Sessizdir, derindir, birikmiş yılların, sabrın, hatta izi sürülemez köklerin anlatıcısıdır. Türkiye’de ise işte o fısıldayan serveti çok az sayıda aile başarabiliyor—ve çoğu da hâlâ nasıl yaptıklarının farkında değil; daha doğrusu “bu kadar loud olunmayacağını bilmek” sanıldığından daha zor bir meziyet.

Hâlâ “kitle markası” ile övünenlerin, nakit akışı üzerinden statü sağlayanların ülkesindeyiz. “Bak nerde tatil yaptım, hangi ceketle gezdim, kaç metrekare evim var.” Ama işte bu gürültü çoğu zaman içsel bir boşluğun yankısıdır. Servetçi bir fısıltı ise “hesaplı, akıllı, planlı”dır; fışkırtmadan bilgi ve değer bırakır. Türkiye’de bu fısıltıyı duyan çok az kişi kaldı—çünkü sessizlik, genele karşı bir direnç, bir ağırbaşlılık ister.

Belki de şu an en büyük lüks, gösterişten kaçabilmektir. Çünkü “bağıran zenginlik” bizi geçmişe, savaşlara, borçlanmalara, göçlere ve o yüzden “az önce edinilmiş bir statü”nün güldürü üzerine gülümsetir. Oysa “servet gibi fısıldamak” cesaret ister. Çok kuşaktır biriktirmek, derinlere kök salmak, anlatacak hikâyesi olan bir miras olmak… İşte gerçek servet bu.

Becerdiysen, sen de sus. Arkanı dön; kazandığın değil, biriktirdiğin, gösteriş değil, iz bırakanla konuş. Çünkü Türkiye hâlâ “yeni zengin” olabiliyor ama gerçek serveti, fısıldayarak muazzam bir mirasa çevirebilenler parmakla sayılabilecek kadar az.

Diğer Yazılar