TEBLİĞ(2)
Her gönül, yüz kapılı bir saraydır. Doksan dokuz kapısı kapalı olsa, insan olmak itibariyle mutlaka bir açık kapısı vardır.
O açık kapıyı bulup oradan girerek, bütün paslı sürmeleri arkalarından kolaylıkla açmak mümkündür. Böyle yapılmaz da kapalı kapılar, kaba kuvvetle zorlanırsa, asla açılamaz. Çok aşırı bir güç kullanılırsa, tabii ki kapılar kırılır. Ama kapısı kırılarak girilen ve işgal edilen kalpler fethedilemez. Orada ancak bir enkaz bulunur. Zorla güzellik olmaz
Hiçbir gönül işi, zorlamayı kaldırmaz. Yüceler Yücesi Rabbimiz, gönüle girme hususundaki başarısı sebebiyle Efendimiz’i över. Zira o, sevgisizlik simgesi olanları bile, manevi bataklıktan alıp yıldızlaştırmış ve âleme öğretmen yapmıştır.
“Allah’tan bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen, huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın, muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet. Allah da onları bağışlasın diye dua et ve işlerinde onlarla istişare et. İstişare ile karar verip azmettiğinde ise Allah’a güven ve O’na tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, kendisine tevekkül edenleri sever. ” (Âl-i İmran, 159)
İnsanı ürkütüp tedirgin etmek ve kaçırmak kolaydır. Ama gönülleri Allah adına kazanmak, bilgi, sevgi ve fedakârlık ister. Bu hususta, İsra Suresi’nin 53. ayeti dikkatimizi çeker:
“Kullarıma şunu söyle ki, en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin, delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar. Çünkü Şeytan aralarını bozmaya çalışır. Şüphesiz ki Şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. ”
Rabbimiz, Hz. Musa ile kardeşi Hz. Harun’u peygamberi olarak, tebliğ maksadıyla Firavun’a gönderdi. Oysaki Firavun, tanrılık iddia edecek kadar azgınlaşmıştı. Buna rağmen, peygamberlerinden, Firavun’a karşı yumuşak ve tatlı bir üslupla konuşmalarını istedi. Böylece Firavun’un biraz öğüt alması yahut Allah’tan biraz korkup çekinmesi umuldu. Ancak Rabbimiz, Hz. Musa’ya, “Haydi, kardeşinle birlikte, ayetlerimle gidin” buyururken, şu ilginç tenbihatta bulunuyor: “Beni anmakta gevşeklik göstermeyin!”
Bu ikazdan anlıyoruz ki, tebliğ için gidenler, inançlarından taviz vermemeli ve gidiş gayelerini asla unutmamalıdırlar. Biz vazifemizi yapalım… Müslüman, sadece inancını yaşar. Onun planı programı bellidir. Kendisini sonuçlara göre ayarlamaz. O vazifesini yapar. Akif Dedemiz’in deyimiyle, “İnsan çalışmakla mükelleftir, başarmakla değil.” Çalışmasının neticesi ne olursa olsun, ortaya çıkana razıdır. “Olanda hayır vardır” der. Sonucu kendisinden bilmez. Çünkü hidayet Allah’tandır. Dolayısıyla, kendi eseri olmayan bir başarı için şımarmaz. Sadece, başarıyı nasip edene şükreder.
Tebliğ, her müslümanın kendiliğinden işidir. Güneşin doğması, gülün kokması gibi…
Birçok hidayet olayı, mü’minlerin İslam’ı yaşaması sonucu gerçekleşmiştir. Mesela İslam, Endonezya’ya, dürüst müslüman tüccarlar vasıtasıyla girmiştir. Günümüzde de küçük bir iyilik, basit bir yardım, hidayetlere davet olabiliyor. Müslüman işini yapar ve sonuca bakmaz. Çünkü sonuç almak, başarmak Allah’ın iradesindedir. Daha doğrusu, bazen başarısızlık başarıdır. Bazen yenilgi, galibiyettir. Kaybetmek kazanmaktır bazen de. Neyin gerçek kazanç olduğunu ancak Allah bilir. Bu sebeple mü’min, “Rabbim, Sen’den gelen başım gözüm üstüne” der ve her sonuca rıza gösterir. Çünkü bütün neticeleri O’ndan, Yüceler Yücesi’nden bilir.
Netice bizim gücümüze ve marifetimize bağlı değildir. Bu yüzden, bazen kazanacakken kaybederiz. Bazen da kaybedecekken kazanırız. Bazen azla çok iş yaparız, büyük hizmetler başarırız; bazen de çok büyük güçle, aza karşı kaybederiz. Huneyn’de de böyle olmuştu. Hz. Ebubekir (ra), “Bunca çok iken biz kazanırız” diye düşündü. Huneyn Savaşı neredeyse kaybediliyordu.
Başarı insandan bilinir hale gelince, Halid bin Velid (ra) kumandanlıktan alındı, sıradan bir nefer haline getirildi. Zaferden zafere koşan bir kumandan, rütbesiz bir asker olmaya rıza gösterdi. Çünkü maksat rütbe, nam, şan değil, Allah’ın rızasını kazanmaktı.
“İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz.” Efendimiz’den sahabeye, en zor zamanda en önemli zafer müjdeleri erişti. Hendek Savaşı’nda mesela, kayaya çarpan kazmanın çıkardığı kıvılcımlar, önce Kıbrıs’ın alınmasını, sonra da Kostantiniyye fethini aydınlattı.
Böylece anlaşıldı ki, Allah yolunda hizmet esas olunca, kuvvet azlığı önemli değildir. İnsan kalitesi, kulluk bilinciyle kıvamını bulmuşsa, sayıca, silahça zayıf olmak önemini kaybeder. Allah ile beraber olan, daima güçlüdür. Rabbimiz dost olursa, hiçbir düşmanın tesiri kalmaz.
“İnanıyorsanız, mutlaka üstünsünüz” buyuran, bizzat Rabbimizdir.
Bugün, İslam’a alternatif olabilecek bir din, felsefe ve dünya görüşü kalmamıştır.
Müslüman, doğru İslamiyet’i, İslamiyet’e layık bir doğrulukla yaşadığında, dünya yeniden ve bir daha mutluluk çağını yakalayacaktır. Bu ümitle çalışacağız. Büyük bir mütefekkirimizin verdiği müjde, liyakatimizi bekliyor: “Şu istikbal inkılabı içinde, en yüksek gür seda, İslam’ın sedası olacaktır!” Kolay Değil
Hak batıl mücadelesi kolay değildir. Hele de bizim gibi Hakkı iyi bilmeyen ve onun uğrunda mücadeleyi yakından görmeyen bir millet için. Biz, Batılılaşma ile bambaşka bir yaşam biçimine girdik. Orada mücadele, cihat gibi kelimeler buz gibi soğuktur.
Bu mücadele insan etrafında dönüp dururken, asıl olan özgür irade ile hakkı tercih olunca, zaman zaman akrabalar arasında bile hak batıl mücadelesinin yaşandığı görülmektedir. Hatta Peygamber çocukları bile yer yer birbirleriyle mücadele etmişlerdir. Şimdi bu milliyetçilik, ırkçılık ve asabiyet çağda bunu bu insanlara anlatmak kolaysa da uygulatmak çok zor.
İnsanın yeryüzündeki ilk ataları olan Adem’in iki oğlu Habil ve Kabil kıssası akraba mücadelesini anlatır. Kur’an-ı Kerîm’in bize takdim ettiği bir örnek de Saffat Suresinde İbrahim’dir (as):
“Selam olsun İbrahim'e! İşte böyle ödüllendiririz Biz iyileri! Gerçekten o Bizim tam inanmış has kullarımızdandı. Biz de ona, salih kişilerden, üstelik peygamber olacak bir evladı, İshakı müjdeledik. Kendisine de İshaka da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!”( Saffat 109-113.)
Bu ayetlerde Hz. İsmail’in kurban ediliş kıssasının hikmetine işaret ediliyor. Hz. İbrahim (a.s)'ın iki oğlu Hz. İshak (a.s)'dan Yahudi ve Hristiyanların mensub olduğu İsrailoğulları, Hz. İsmail (a.s)'dan ise Araplar ve diğer Müslümanlar dünyaya yayılmışlardır. Dünyadan nice soy ve sülale geçip gitmiş, onların isimleri bile kalmadığı halde Allah Hz. İbrahim'in nesline bu bereket ve şerefi vermiştir. Allah Teala bu kıssayı anlatmakla onlara şöyle demek istiyor: Sizin ecdadınız İbrahim, İsmail ve İshâk (a.s), ihlasları ile bu şerefe yükseldiler. Siz de onlar gibi olmak isterseniz bu ihlası kazanmaya çalışın. Yoksa, önderlik soydan ileri gelmez. Nitekim onların soylarında iyiler gibi, zalimler de bulunmaktadır. Bunların hikayelerini Kur’an-ı Kerîm’de bol bol okuruz. Verilmek istenen mesaj çok açıktır:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah'ın ve Resûlünün karşısına çıkan kimseleri, isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri ve sülaleleri olsun, sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah onların kalblerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir. Onları, içinden ırmaklar akan cennetlere, hem de ebedî kalmak üzere yerleştirecektir. Allah onlardan, onlar da O'ndan razıdırlar. İşte onlar Allah'ın tarafında olanlardır. Ve iyi bilin ki, felaha erenler, Allah'ın taraftarları olacaktır.”( Mücadele 58/22)
Gerçekten iman etmiş bir kalpte küfrün, batılın sevgisi kalmaz. Zaten bir insanda bir kalp bulunur. “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır,” (Ahzap 4) Orada iman varsa küfür, hak varsa batıl çıkar gider. Bu açıdan dönüp bir kalplerimize bakalım, ne görüyoruz? Dinde yakınlığın ölçüsü kan değil imandır. Kan ve yakınlık bağları iman bağı ile çeliştiklerinde kopuverirler. Ama insanın içine haram olan ırkçılık girmişse, zalim veya kafir kardeşini korumaya kalkar. Hep bunu görmüş, ulus devlet içinde bunu yaşamışlara, hak batıl mücadelesinde kanın ve akrabalığın bir şey ifade etmediğini anlatmak ve kabullendirmek gerçekten zordur.
İki sancak yani Allah'ın sancağı ile şeytanın sancağı arasında bir çekişme veya fiili bir düşmanlık yoksa bu bağları birlikte gözetmek mümkündür. Allah taraftarları ile şeytan taraftarları arasında bir savaşın olmadığı sıralarda müşrik olan anne-babaya iyi davranmak emredilen bir davranıştır. Ama aralarında mücadele, sürtüşme, düşmanlık ve savaş varsa bu durumda tek olan kalple ve tek olan bağla ilgisi olmayan bütün bağlar kopar. Kopmalıdır. Ama bu topluma bakarak, “evet, öyle olur” diyebilir miyiz? Zor dostum zor!
Fakat gelin de gerçek mü’minler topluluğunu bir görün. Ebu Ubeyde Bedir savaşında babasını öldürmek zorunda kalmıştı. Ebu Bekir Sıddık oğlu Abdurrahman'ı öldürmeye kalkışmıştı. Mus'ab bin Umeyr kardeşi Ubeyd bin Umeyr'i öldürmüştü. Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Ubeyde ve Haris yakınlarını ve akrabalarını öldürmüşlerdi. Kan ve yakınlık bağlarından soyutlanarak din ve inanç bağına sarılmışlardı. İşte bu Allah'ın ölçüsünde bağların ve değerlerin yükselebileceği en yüksek noktaydı. Bir o topluma, bir de kendimize bakalım ve karar verelim, biz ne kadar Müslümanız? Hangi mücadeleyi veriyoruz ki zafer bekliyoruz.
Daha bizim çok sınavlardan geçerek olgunlaşmamız lazım, Tıpkı Talut’un ordusu gibi!.. Allah CC Selamı bereketi rahmeti üzerinize olsun.
METİN ALKAN
Diğer Yazılar