TORBA

Türkiye’ye gidince kalacağımız yer dedemin evidir. Bizim ev daha yeni yapılıyor. Kalacağımız başka yer olmadığı için, izinlerde hep dedemin evine gideriz. Dedem, bizi görünce sevinir. Ne yapacağını, ne ikram edeceğini bilemez. 
Türkiye’de bulunduğumuz günlerin birindeydi. Yine dedemin evindeydik. Babamın, anneme şöyle dediğini duydum: 
-Hanım, diyordu. Kendi evimiz yapılsa bile, izinli geldiğimizde yine buraya gelelim. Baba ocağı, doğup büyüdüğüm bu ev bambaşka. 
Annem, şöyle cevap verdi: 
-Yapmakta olduğumuz ev buraya çok yakın. Sabahtan akşama kadar burada kalır, yer içeriz. Gece yatmaya kendi evimize gideriz. 
Dedemin evini ben de çok seviyorum. Geniş bir bahçe içinde, küçük ve eski bir yapı. İki katlı. Her katta ikişer oda ve bir geniş salon var. O salonlara köyde “hayat” diyorlar. Böyle evlere “hanay ev” deniyormuş. Annem odaların, hayatın, merdivenlerin tahtalarını bir güzel siliyor. Silinen, temizlenen tahtalar öyle güzel kokuyor ki... O kokuyu bütün yıl burnumda hissediyorum. Nasıl anlatsam?... O tahtalarda, bütün kır çiçeklerinin kokusu var. Misk gibi... O aslında, bütün Türkiye’nin kokusudur. 
Evde dedemin bir odası var. Alt katta... Orada yatıyor, oturuyor, yemeklerini yiyor. Evin diğer odalarında bizim eşyalarımız var. Dedem; “Bir oda bana yetip de artıyor.” diyor. 
Dikkat ediyorum; dedem sık sık kendi odasına giriyor. Orada saatlerce kaldığı oluyor. Bu durum ilgimi çekiyor. Anneme soruyorum: 
-Anne! Dedem odasında neden bu kadar çok kalıyor? 
-Deden iyice yaşlandı oğlum, diyor annem. Vücudu çabuk yoruluyor. Yatmaya, dinlenmeye ihtiyacı oluyor. 
Bu yaz, dedemin odası daha çok ilgimi çekmişti. Odayı bir güzelce inceledim. Odanın tek ve küçük bir penceresi vardı. Bu sebeple, az ışık aldığı için biraz karanlıktı. Pencerenin yanına karyola yerleştirilmiş, yere kilim serilmişti. Duvar kenarlarına minderler, yastıklar konulmuştu. Bir duvarın içinde de ocak vardı. 
Dedem; 
-Pek çok inceledin oğlum, dedi. Mühendis mi olacaksın? Odamı beğendin mi? 
-Beğendim amma biraz karanlık, dedim. Soğuklarda bu ocakta yaktığın ateşle mi ısınıyorsun? 
-Hayır oğlum, dedi dedem. Küçük, teneke bir sobam var. Fakat önceki yıllarda, sobamız yokken, bu ocakta yaktığımız ateşte ısınırdık. 
Kapının arkasına çakılmış birkaç çiviye, dedemin elbiseleri asılmıştı. Duvarda camlı, büyükçe bir çerçeve vardı. İçinde babamın, annemin, kardeşlerimin ve benim Almanya’da çektirdiğimiz bir resim duruyordu. Dedem o resmi göstererek şöyle dedi: 
-Siz Almanya’da iken bu resimle avunuyorum. Odaya girip çıkarken, özledikçe bakıyorum. Sizler yanımda gibi oluyorsunuz. Sizin için dualar ediyor; Allah’tan sağlık, kazasız belâsız yolculuklar diliyorum. 
Gözlerim dolu dolu oldu. Kendimi kollarına bıraktım: 
-Biz de seni özlüyoruz dedeciğim, dedim. Her gün seni konuşuyoruz. 
Kucağına oturdum. Sakalını bir süre okşadım. Ondan ayrı kalmayı hiç istemiyordum. 
-Dedeciğim, dedim. Burada tek başınasın. Bizimle Almanya’ya gelsen olmaz mı? 
-Genç olsam gelirdim oğlum. Artık yaşlandım. Bir ayağım çukurda. Vatanımda, köyümde ölmek isterim, diye cevap verdi. 
Ona, ölüm sözünü duyan büyüklerim gibi karşılık verdim: 
-Allah gecinden versin... 
Gülümsedi, saçlarımı okşadı. 
-Benim oğlum, büyümüş de küçülmüş, dedi. 
Odayı, eşyaları gözden geçirirken gözüme bir torba ilişti. Okul çantasından biraz büyükçe bir torba... Bezden yapılmış ve bir çiviye asılmıştı. Acaba ne torbasıydı. Belki içinde dedemin paraları vardı. Sordum: 
-Dede, bu torbada ne var? Paralarını oraya mı koyuyorsun? 
Dedem güldü: 
-O torba dolusu param olsaydı ben sizleri gurbete gönderir miydim? dedi. O torbada para yok. Paralarım cüzdanımda. 
-İçinde ekmek mi var? 
-Bilemedin. 
-Peki içine ne koyuyorsun? 
-Düşün ve bul. 
Düşündüm, düşündüm... Bir türlü bulamadım. Tek çare onu duvardan indirerek içine bakmaktı. 
-Bakabilir miyim? dedim. 
-Bakabilirsin, dedi. 
Dedemin kucağından inerek torbayı duvardan aldım. İçinde, o güne kadar görmediğim, kalın bir kitap vardı. Sayfalarını karıştırdım. Yazıları benim bildiğim yazılardan değildi. 
Dedem, soru dolu gözlerime bakarak yumuşak bir sesle anlatmaya başladı: 
-Yavrum, bu Kuranıkerim. Bizim kitabımız. Müslümanların kitabı. İçindekiler, Allah’ın sözleri, öğütleri. Onu okumak, bilmek her Müslüman’ın en önde gelen vazifesi. O öyle kıymetlidir ki gelişigüzel bir yere bırakamayız. Oraya buraya koyamayız. Böyle, odanın yüksekçe bir yerinde muhafaza ederiz. 
Kitabımı, Kuranıkerim’i kucakladım. O güne kadar haberim olmayan bu kıymetli varlığı okşadım, sevindim. 
-Kitabımızı ben de okumak isterdim, dedim. 
-Ben öğretirim yavrum, dedi. 
-Sen bu kitabı okumasını biliyor musun? 
-Biliyorum... 
O gün, benim en mutlu günlerimden birisiydi. Dedem bana iki hafta öğretmenlik yaparak Kuranıkerim okumayı öğretti. Torbadaki Kuranıkerim’i de bana hediye etti. 
Kuranıkerim şimdi yanımda. Onu Almanya’ya getirdim. Her gün, üç dört yaprak okuyorum. 
Dedem mi?... Babasından kalan bu kutsal emaneti bana verdikten üç ay sonra öldüğünü duyduk. Babam, izin alarak Türkiye’ye gitti. Cenaze törenine yetişti. 
Kuranıkerim’i her okuyuşumda dedemi hatırlıyorum. Okuduğum her sureyi onun ruhuna bağışlıyorum. Hasan KALLİMCİ Diğer Yazılar