DAKTİLO
Onu, şehir merkezine taşındığım şu günlerde daha sık görmeye başlamıştım. Bazı günlerde yolumuz, en işlek caddelerden birinde kesişince birbirimizi selamlayıp geçtiğimiz de oluyordu, ayaküstü kısa sohbetler yaptığımız da… Çoğu zaman geçip gitmek istemez, mutlaka iki dakika olsun konuşmak isterdi. O süre içinde ellerime sarılır, hürmet dolu bakışlarını gözlerime dikerdi. Tıpkı müdürün karşısında duran bir memur gibi davranırdı. O bakışlarda, babasına bakan bir evladın, annesine bakan bir bebeğin bakışlarını görür gibi olurdum.
Hürmeti konuşma şekline de yansır, sözlerinin arasına iltifat cümleleri sıkıştırırdı. Hürmet görmek, iltifat dolu cümleler işitmeyi kim istemez? Bu durum hoşuma gitmiyor değildi, gururumu okşuyordu. Ancak bir taraftan memnun olurken bir taraftan da rahatsız olduğumu da hissediyor; hürmetini, iltifatlarını abartılı bulduğum zamanlar da oluyordu.
Onu bir türlü çözemiyordum. Niçin böyle davranıyordu? Hürmeti yalnız bana mı idi yoksa herkese karşı aynı davranışları mı sergiliyor muydu? Bu sorulara cevap bulamıyordum.
Ben ondan biraz büyüktüm. Aramızda iki-üç yaş kadar bir fark ancak vardı. Öyleyken elimi avuçlarına alır, her defasında öpecek olurdu. Elimi çeker, kurtarır, öpmesine izin vermezdim. Hatta selamlarken elini göğsüne götürür, lüzumundan fazla eğilirdi. Kısa boylu, biraz dolgunca, esmer biriydi. Kısa boyu ile yere yapışıp kalacak zannederdim. Omuzlarından tutar, doğrultur, dik durmasını sağlardım. Kara gözlerini gözlerime çiviler, hayran hayran bakardı. Samimi davranışlar sergileyip sıcak cümleler kurarak resmî havayı dağıtmaya çalışırdım.
Konuşmalarımızın konusu daha çok havadan sudan oluyordu. Çoğu kez;
-Hocam nereye? diye sorardı.
Duruma göre cevap verirdim. “Yengenin siparişleri var, markete gidiyorum.” derdim veya “Bir arkadaşımla buluşacağız, öğretmen evine gidiyorum.” diye cevap verirdim.
Hemen ardından, mutlaka hâlimi, hatırımı sorardı. Arkasından sıra çocuklarımla ilgili sorulara gelirdi. Onların sağlıkları, durumları, nerede bulunduklarını öğrenmek isterdi; cevaplardım. Ben de kendisi ve ailesiyle ilgili sorular sorarak onu konuştururdum. Her karşılaşmamızda, “Neden bu kadar hürmet ediyorsun?” diye sormak istesem de soramazdım. Dilimin ucuna kadar gelen cümleyi bir tülü söyleyemez; “Ayıp olur!” diye düşünüyordum.
Adı, Yusuf idi. Soyadını hatırlamam hiç mümkün değil. Seyrek görüştüğüm kişilerin bırakın soyadlarını, adlarını bile aklımda tutamam. Bu arkadaşın adını olsun aklımda tutabilmiştim.
Tanışmamız ta otuz iki yıl öncesine dayanır. O, merkez ilçeye bağlı bir dağ köyündendi. Ben de o köyde bir ders yılı öğretmenlik yapmıştım. Köy kahvesinde ilk defa karşılaştığımızda; ben, mesleğinin sekizinci yılında bir öğretmendim. O da askerden yeni gelmiş bir genç idi. Askerden gelir gelmez, köylüsü bir kız ile evlendirilmişti. Ayrı ev yoktu. Babasına ait evin, bir odasında kalıyordu. İşi de yoktu. Kuru mahsul ürün alınan üç beş dönüm tarladan elde edilecek geliri, ailesinin diğer fertleri ile paylaşmak zorundaydı.
Yusuf o zamanlar, böyle kilolu değildi, inadına kuru biriydi. İncecik boynu, başını tutmakta zorlanırdı; onu hep başını bir omzuna doğru eğmiş olarak görürdüm. Üzerinde rengi uçmuş bir takım elbisesi (damatlık elbisesiydi sanırım), boyasız ayakkabıları (onlar da damatlık ayakkabıları olmalıydı), ezikliği ile yoksul Anadolu gencinin örneklerinden biriydi.
Otuz dört yıl sonra, işte böyle bir Yusuf’u hatırlıyordum. Ha, o kısmını söylemeyi unuttum; öyle cahil biri değildi o, lise mezunuydu. Köydeki tahsilli insanlardan biriydi. Kahvede buluşup konuşmalarımızın birinde şöyle demişti:
-Babam, fakirliğine rağmen beni okuttu. “Belki bir memur olur da bizim gibi sürünerek yaşamaktan kurtulursun.” diye düşündü. O, yemeyip içmeyip destekledi amma benim kapasitem üniversiteyi kazanmaya yetmedi. Hoş, üniversiteyi kazansam nasıl okuyacaktım? Lise mezunu, baba parasına muhtaç, üstelik evli biriyim…
Şehre gidip bir işte çalışmayı düşünüyordu. Düşünüyordu ya, çekiniyordu, sızlanıyordu.
-Gitsem, iş bulmak zor. İş bulsam, asgari ücretten aylık verecekler. Kira parası, elektriği, suyu derken kalan para karnımızı doyurmaya yetmeyecek…
Böyle düşünmesine rağmen yine de gitmişti. Nasıl gitmesin? Baba parası ile geçinmek gücüne gidiyordu. İki hafta sonra, bir Pazar günü köye gelmişti, köyün tek kahvesinde karşılaşmıştık. Pencere kenarındaki masalardan birine, karşılıklı oturmuştuk. Masa dediysem, öyle temiz örtüsüyle, pırıl pırıl bir ahşap eşya hayal etmeyin. Onlarca yılın kiri pası tahtaları grileştirmişti. Elinizi koymaya çekinirdiniz. Ya çay bardakları? En iyisi anlatıp da midenizi bulandırmayayım.
-Hayırdır Yusuf, demiştim. İki haftadır ortalıkta yoktun.
-Şehre gitmiştim, diye cevap vermişti. Ücreti az çok demedim, karnımı doyuracak bir iş buldum, çalışıyorum.
-İyi etmişsin. Ev kiraladın mı? Hanımını götürdün mü?
-Hayır, demişti, ev kiralamadım. Bekâr bir köylüm var, şimdilik onun evinde kalıyorum. Eşimi burada, babamın evinde bıraktım. Çalışmalı, biraz para biriktirmeliyim. Sonra tahsilime uygun bir iş var mı diye de bakıyorum.
-İyi edersin, demiştim.
Kara gözleri, o güne kadar görmediğim şekilde parlıyordu.
-Seni öz ağabeyim gibi görüyorum hocam, diye devam etmişti. O sebeple duygularımı seninle paylaşmak istiyorum. Çok sevinçliyim çok… Eşime ilk defa, kendi paramla bir elbise ve ayakkabı alabildim.
Ben de sevinmiştim.
-İnşallah, daha iyi bir iş bulur, eşini de şehre götürürsün, demiştim..
-İnşallah, diye cevap vermişti.
Beş altı ay sonra da eşini, eşyalarını da alıp şehre taşınmıştı. Sonrasında onu göremedim. Tayinim bir başka köye çıkıp oradan ayrıldığımda da vedalaşma imkânımız olmamıştı.
Yusuf, iki gün önce karşıma çıktı. Selamlaştık, ayaküzeri durup konuşmaya başladık. Kolumdan tuttu;
-Emekliye ayrıldım hocam, dedi. Şurada, çay bahçesinde oturup çay içelim. Köydeki günlerde olduğu gibi… Şöyle karşılıklı oturup sohbet etmeyeli otuz yılı geçti. Hep ayaküstü görüştük.
Çay bahçesinde oturduk. O, masanın üzerinde duran ellerimi, avuçlarının arasına aldı.
-Sana minnet borçluyum hocam, dedi. Senin sayende işe girebildim, emekliye ayrılmak nasip oldu. Bugünlere gelmeme sen sebep oldun.
-O nasıl söz öyle? diye sordum. Bana niçin minnet borcu duyman niye? Ben ne yaptım ki?
-Ne yapmadın ki? dedi…
Sonra anlatmağa başladı.
-Şehirde, ilk bulduğum işte çalışırken bir taraftan da daha iyi geliri olan bir iş arıyordum. Bir devlet dairesine memur alacaklarını öğrendim. Şartlardan biri daktilo kullanmasını bilmek idi. O sınava müracaat etmeyi düşündüm. Ancak ümidim kırılır gibi oldu. Sınava iki ay vardı ancak benim daktilom yoktu.
Ha, daktilo! Daktilo ya!... İşte o an aklım otuz iki yıl öncesine gitti. Benim, Yusuf ile ilgili hatıralarımda, bir de daktilo konusu vardı ya… Ben hatırlamaya çalıştıkça o anlatıyordu.
-Kim bana daktilosunu uzun süre emanet olarak verebilirdi? Kime ne diyecektim? Bu konuda çaresizdim. Daktilo sahibi olamamak veya emanet bir daktilo bulamamak sebebiyle belki memurluktan olacaktım.
Evet, o zamanlar daktilo kıymetli bir araçtı. Bilgisayar denen bilişim aracı, ya icat edilmemişti ya da ülkemizi henüz teşrif etmemişti. Ben, yıllarca ürünlerimi tükenmez veya kurşun kalemlerle defterlere yazmış, emanet daktilolarda temize çekerek çoğaltmıştım. İlk daktilomu da, mesleğimin sekizinci yılında ancak alabilmiştim.
-Senin daktilon vardı. Günlerce nasıl isteyebileceğimi düşündüm. Sonunda bütün cesaretimi toplayıp meramımı anlattım. Anlayışlı davrandın. “Bir daktilonun sözü mü olur? Yeter ki sen memurluk sınavını kazan!” diyerek hemen o gün verdin. Ben o daktiloda on parmak daktilo yazma çalışmaları yaparak sınava hazırlanmıştım.
Evet, evet hatırlıyorum… O yeni aldığım, üzerine titrediğim daktilomu, Yusuf'a hiç düşünmeden, teklifini ikiletmeden vermiştim.
-Daktilonu vermekle, memurluk sınavını kazanmama sebep oldun. Beni yoksulluktan, sürünmekten kurtardın. Senin sayende kimseye muhtaç olmadan yaşadım. Bugün, emekliye kavuşmanın heyecanını duyuyorum. Senin sayende…
Anlamıştım… O hürmetin, iltifatların sebebini anlamıştım. Elimi ağzına götürerek daha fazla konuşmasına mani oldum.
-Sebepsiz bir şey olmaz… Memurluğa girmende daktilomu kullanmanın bir faydası var ise senin kabiliyetinin bin faydası olmuştur. Ne yani, sen mi memurluk yapacaktın, daktilo mu? Bundan sonra ağzından, “sayende” diye bir kelime duymayacağım. Tamam mı? Bundan böyle bana bir ağabey gözüyle bakacaksın! Beni, iş sahibi yapan bir kişi olarak görmeyeceksin! Tamam mı?
Sesim biraz fazla çıkmış olmalıydı. Gözlerinde ve yüz hatlarında karışık duygular uçuşuyordu.
-Tamam, dedi yavaşça…
(2008)
Diğer Yazılar