Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı

Fernando Pessoa 1888 Portekiz doğumlu şair, yazar ve edebiyat adamıdır. Ölümüne kadar şair olarak tanınmış; bu alanda İngilizce ve Fransızca yazılar yazmış, çeviriler yapmıştır. 1935'te 47 yaşında Lizbon'da öldüğünde üçü İngilizce olmak üzere 4 kitabı yayınlanmıştır. Bu eserlerin üçü şiir kitabıdır. Ölümünden sonra kütüphanesinde bulunan sandığında 30.000 sayfaya yakın yazı bulunmuştur. Bu nedenle öldüğü güne kadar şair olarak anılan Pessoa, bulunan bu sandık dolusu yazıları ile büyük bir edebiyat adamı mertebesine yükselmiştir.
Yarattığı sayısız edebiyatçı kimlikleri (heteronim) sayesinde birçok konuda ve farklı görüşlerde yaratıcı eserler vermiştir. Örneğin bugünkü konumuz olan Huzursuzluğun Kitabı (HK) adlı eserinin yazarı Bernardo Soares isimli alter ego ya da alt kimliktir.
Huzursuzluğum Kitabı’nı yazar uzun bir süreçte, bir nevi otobiyografi gibi yazmıştır. Eser ilk olarak İngilizce Pessoa öldükten 47 yıl sonra 1982'de yayınlanmıştır. Türkçe ilk basımı Can Yayınları tarafından 2006 yılında yapılmıştır.
Bu eser de yakın zamanda incelediğimiz Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar (https://denizliyeniolay.com/kose-yazilari/atilla-cakir/yeraltindan-notlar-dostoyevski-yeralti-adaminin-hezeyanlari) ve Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü (https://denizliyeniolay.com/kose-yazilari/atilla-cakir/lev-nikolayevic-tolstoy-ivan-ilyicin-olumu-bir-memurun-son-yargisi) adlı eserleri gibi varoluşsal sorgulamalar içermektedir.
Bernardo Soares bu eserde yalnız bir adam olarak tasvir edilir. Hayatın anlamsızlığı, bireyin içsel boşluğu ve yaşadığı dünyaya yabancılaşması sürekli işlenir. Kahramanımız gerçeklikten uzaklaşarak hayal dünyasına sığınır. Hayalleri ona çoğunlukla yaşamaktan daha gerçek görünür. Her an bir sıkıntı içindedir; çevresindeki insanlar, mekanlar ve eşyalar da bu sıkıntıya dahildir. Ofis yaşamı, alışkanlıklar, şehir ve sokaklar, Soares’in içindeki anlamsızlığı sergilerken kullandığı dekorlardır. Yazar sahne olarak Lizbon sokaklarını kullanırken, okuyucuya Lizbon’u sevdirir.
Eserde simgesel kullanımlar göze çarpar. Pencere, içeriden dışarıya bakış – ama asla dışarı çıkılamayan bir alan; ofis, hayatın anlamsız rutini ve Lizbon, sadece bir yer değil, aynı zamanda ruh halidir.
Yazar şiirsel ve yoğun bir dil kullanır. Dil her alanda akıcıdır. İçsel monologlar ve öznel betimlemeler doğrusal değildir; bilinç akışının izleri görülür. Eser boyunca anlam arayışı sürekli sorgulanır ama asla net bir sonuca ulaşmaz. Pessoa varoluş sorununa çözüm önerme noktasında Satre’dan ayrılır.
Bence eseri sevmemek mümkün değil. Her kelimesi, her cümlesi anlam yüklü. Geriye dönüp tekrar okuma gereği hissediyor insan. Ve bu tekrar okumalarda her seferinde okuyucu başka bir tat alıyor.
Eser sakin kafa ile, sindire sindire okunmalı. Okuyucunun psikolojisinin ve moralinin itaba başlamadan önce iyi bir seviyede olmasını tavsiye ediyorum. :)
Yoğun bir eser olduğu için uzun süre konsantrasyonu sağlamak zor olsa da aşağıda okuyacağınız üzere muhteşem aforizma ve sözlere sahip esere puanım 7.
Akılda Kalanlar
Var olan tek sır, bir sır olduğunu düşünen insanların olmasıdır.
Bir karikatürün altyazısı gibi kalır herhalde savaş.
Hissetmek– ne renktir acaba?
Perdelere ve halılara ayrı bir düşkünlüğü vardı. Böylelikle “çektiği acıya saygınlık katacak” bir iç mekân yarattığını söylüyordu.
Devletin ya da toplumun dayattığı zorunluluklarla uğraşmak zorunda kalmamıştı hiç.
Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.
Her yapıt kusurlu olmaya mahkûmdur, her şey kusurludur ve en güzel günbatımının daha güzeli, bize uykuyu getiren hafif yelin daha huzurlusu hep vardır.
Sayfalara, gözlerimden daha bitkin olan ruhumu bırakıyorum.
Hani yüreğimizin katılığından değil de, paltomuzun düğmelerini açmaya üşendiğimiz için dilenciyi başımızdan savarız ya, işte o şekilde.
Bizzat Tanrı’nın sömürdükleri de var ki, bunlar bu dünyanın uçsuz bucaksız boşluğuna yuvarlanmış peygamberler ve azizlerdir.
Yıldızların sonsuz kayıtsızlığındansa benim gösterişsiz mürekkep hokkası yeğdir.
Asla gerçekleşmiyoruz. Karşı karşıya duran iki uçurumuz biz.
Yaşamak, başkalarının niyetleriyle örgü örmektir.
Doğuştan bana ait olan içimdeki toprağı, adım adım fethettim.
İçinde bir hiç olarak kaldığım bataklığı, azar azar ele geçirdim.
Sonsuz varlığımı doğurdum,
Ama kendimi kendimden forsepsle koparmak zorunda kaldım.
Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim oldu– ama o kadarı çıraklarda, terzi kızlarda da vardır.
Hayata ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmak. Tanrısallık, saçmalık demektir.
Hayatta kendimize bir yol çizsek, sonra da o yolun tam tersine gitsek. Yürümekten yorulduk deyip uzun gezintilere çıksak.
Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de yönetilen o dünyanın ta kendisidir.
Kendimi birden, kurusun diye pencerelere asılan, sonra orada unutulup yavaş yavaş buruşan, sonunda da asıldığı yeri kirleten yaş bir toz bezi gibi hissettim.
Karanlık gece demek; gece ise uyku, yuva, özgürlük.
Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız.
Sanat bizi eskimiş, resmî putlardan olduğu gibi, gene alelade birer put olan yüce gönüllülükten ve toplumsal meselelerden de kurtarır.
Bir ölü gördüğümde, ölümü, bir gidiş anına benzetirim. Ceset ise, üzerimizden çıkardığımız giysileri hatırlatır. İçimizden biri çekip gitmiş, hem de o benzersiz, biricik giysisini yanına almadan.
Çünkü, gördüğüm şeylerin boyundayım ben, Kendi boyumda değil.
İnsan bir şeye ancak anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir,
Çıplak bir bedenin güzelliğine sadece giyinik dolaşan ırklar duyarlıdır.
Yapaylık, doğal olandan tat almanın bir yoludur. O uçsuz bucaksız tarlalardan, burada yaşamadığım için zevk aldım. İnsan baskı altında yaşamamışsa, özgürlüğün değerini ölçemez.
Utangaçlık asil bir huydur, ne yapacağını bilememek övünülesi, yaşama becerisinden yoksun olmak ise insanı yücelten bir özelliktir.
Sadece acı bizi büyütür.
Aziz ağlar, çünkü insandır. Tanrı susar. İşte bu yüzden azizi sevebiliriz biz, Tanrı’yı değil.
Sinirlerimde istek yok. Bilinçaltında hüzünlüyüm.
Bir park, uygarlığın özeti– doğanın ismi bilinmeyen birileri tarafından değiştirilmesidir.
Bazen asıl manzara tamamen pustan ibaretmiş, evler ise onu perdeleyen bu pusmuş gibi geliyor.
Sıradan insan için, hissetmek yaşamaktır, yaşamayı bilmektir. Ben ise, yaşamak düşünmektir, derim; hissetmek ise düşünmeyi beslemekten başka işe yaramaz.
Vadiyle doruğun göğe uzaklığı arasındaki farkı hiç önemsemeyen biri ne büyük bir insandır.
Gerçek bilge, kasları yükseklere çıkmaya yatkın olan, buna karşılık, dünyaya dair bildiklerinden dolayı, çıkmayı reddeden kişidir.
İrademizin ise, avludan geçerken ayağımızla öylesine devirdiğimiz bir su kovasından farkı yoktur.
“Ruhum hayatımdan yoruldu!
Evrenin anlaşılamazlığını tespit etmiş olmak bize yetmeli; onu kavramaya çalışmak bir insandan daha azı olmak demektir, çünkü insan olmak, zaten evrenin anlaşılamayacağını bilmek anlamına gelir.
Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum.
Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece.
Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak kalmasıydı.
Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün anımsamaktır yalnızca, artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.
#fernandopessoa #huzursuzluğunkitabı #kitap #edebiyat #portekiz #lizbon #roman #novel #book #literature # thebookofdisquiet #LivrodoDesassossego